Alternatif Yalnızlık

28 Görüntüleme
6 Dak. Okuma

O öyle bir eser ki, ne yalnız bir romandır ne de yalnız yöresel kalmış bir efsanedir; bir halkın, bir kıtanın, hatta tüm insanlığın içsel tarihini mecazlarla, mitlerle, çürümüş anılarla ve doğmamış hatıralarla yoğurarak çağlara mühür vurmuş bir kitap, bir dizi, bir yaşantıdır. Yüzyıllık Yalnızlık, Gabriel García Márquez’in kaleminde kelimelerin hem toplumların hem de kendi sınırlarını aşarak varlıkla yokluk arasındaki o belirsiz arafa bir medeniyet kurar. Yıl 1967. Latin Amerika’nın siyasal ve ideolojik çalkantılarla, emperyalist erk ve onların boyunduruklarıyla, devrim hayalleriyle çırpındığı bir dönemde vücut bulan bulmuş eserdir. Yalnız bir ailenin değil, bir kıtanın rüyasını ve kâbusunu aynı anda yaşatır, yaşarız.

Macondo, zannediyoruz ki bir kasabadır. Görünen o ki hakikatte, Belleğin ve Unutuşun harman olduğu bir metafor, sembolize edilmiş bir öğretidir. Latin Amerika’nın sömürge sonrası bellek kaybının ve kimlik arayışı için inşa edilmiş küçük bir laboratuvardır. Márquez, modern tarih anlatılarının keskin, inciten, taraflı olmak zorunda bırakılan çizgilerini tımar edip yerine büyülü, döngüsel, sezgisel bir zaman çarkı oynatır. Anlatılar düz ve düşsel bir çizgide değil, bir devridaim edasıyla döner. Her şey yeniden hayat bulur, yeniden oluşur. Çünkü her şey daha önce olmuştur. Sanki kader, her yeni doğanın alnına, bir öncekinin kaderini ve kederini mühürle takip etmiştir.

Bu döngüde José Arcadio’lar ve Aureliano’lar bitimsiz bir yalnızlığın farklı yüzleriyle yaşayarak tanışır. José Arcadio Buendía, bir keşif tutkusu ve bilgi arzusu uğruna melekelerini kaybeder; medeniyet inşa etmek doğasının kaotik ritmine yenik düşer. Bir asker Albay Aureliano Buendía, devrimler arasında sıkışıp kalınca, sonunda otuz iki isyan başlatmış ama hiçbirini kazanamamış bir içsel bunalıma bürünür. Onlar sadece birer birey birer asker değil; aynı vakitte Latin Amerika’nın ruh hâlinin resmidir. Hayalperesttir. Trajiktir. Kendi üzerine kapanmıştır. Her biri, yalnızlığın yalnızca başka bir cilvesidir: siyasî yalnızlık, duygusal yalnızlık, varoluşsal yalnızlık. Hep bir ağızdan yalnızlık.

Bu karakterler ve dönem üzerinden, İtalyan yazar Italo Calvino, esere dair; “Bir kitabın ne kadar büyük olduğunu anlamak istiyorsanız, onunla aynı çağda yazılmış diğer kitapların nasıl gölgede kaldığına bakın. Yüzyıllık Yalnızlık, yalnızca büyülü değil; tarihsel gerçekliği dile dönüştürme kudretidir.” Gerçek ile masal arasındaki zarif ve estetik geçişin, postmodern anlatıya da örnek oluşturduğunu söyler Calvino.

Márquez’den büyülendiğimiz o gerçekçilik, salt hayalî bir estetik değildir; bilakis hakikatin, Batılı rasyonaliteyle kuşatılamayacak ve kutsanmayak kadar katmanlı, yer yer irrasyonel, yer yer eleştirel ve daima sezgiye dayalı bir beyanın ilanıdır. Bu kurduğu dünyada göğe yükselmesini arzu ettiği kadınlar, ellerindeki kan lekesini yıkayamayanlar, yıllardır yağan yağmurlar gerçeklikten sapmaz; çünkü bu dünya, o sınırların içinde değil ötesindedir. Bir medeniyetin masalları, inançları, hurafeleri ve acıları Marquez için; modernizmin boğuk gerçekçiliğinden daha sahici bir hakikattir.

İngiliz yazar Salman Rushdie, eseri şu kelimelerle anlatır: “García Márquez, sömürge sonrası dünyanın hikâyesini anlatırken Batı’ya ihtiyaç duymadan bir edebiyat yaratmayı başardı. Macondo, evrensel trajedinin yerel bir ağıtla anlatıldığı yerdir. Latin Amerika için neyse, tüm Doğu için de odur.”

Yüzyıllık Yalnızlık, dünya edebiyatında yalnızca bir roman olarak değil, bir dil devrimi olarak da yankılanmıştır. Bir dilin evrenselleşmesi için bir adım olmuştur. İspanyolca, Yüzyıllık Yalnızlık ile birlikte yeni bir ruh bulmuş; Batı merkezli edebiyat kanonları, Latin Amerika’nın efsanevî anlatıcılığı karşısında yeni bir dönem belki de diz çökme yaşamıştır. Márquez, Cervantes’in ardından belki de birlikte İspanyolca yazının en kudretli kalemi olmuş; sadece Nobel ile değil, yüzyılın resmi olma liyakatiyle ehliyetini almıştır. Borges’in düşünsel labirentlerinden ayrılmış, felsefi bir kalemden ziyade halk anlatılarının içli ve nemli toprağında yeşermiştir.

Kitabın sonunda, Aureliano Babilonia’nın şifreleri çözmesiyle görüyoruz ki, tüm bu hikâye baştan sona teenni ile yazılmıştır. Ve yazılan her şey, yazıldığı anda yok olmuştur ki bu bir cilvedir. Çünkü Buendía ailesine “ikinci defa yeryüzünde var olma” hakkı verilmemiştir. Bu cümle, kaderin mutlaklığıyla beraber; insanın belleksizliğini, hatalardan ders almayı beceremeyişini ve her şeyi yeniden yaşamak zorunda kalışını yüzümüze çarpar. Kader tekerrür mü? Keder belki.

Ünlü eleştirmen Harold Bloom, eserin bu yaklaşımı ve kurgusu üzerine şöyle der: “Modern zamanın Oidipus’u Aureliano Babilonia’dır. Çünkü bilmekle mahvolmak arasında kalır. Márquez’in tragedya anlayışı, Latin Amerikan halklarının varoluşsal döngüsüne sadıktır. Bu roman, unutmaya yazgılı bir halkın hatırlama çabasıdır.”

Bu roman, geçmişin ölüleriyle bugünün hayâllerini birbirine arattıran, yetmezmiş gibi bir de geleceğin imkânsızlığında buluşturan bir kadim kitaptır. Okunmakla bitmeyen, okurken yoran, yordukça merak ettiren, bittiğinde insanı kendisinden uzaklaştıran ama bir şekilde kendisine geri çağıran bir metin, bir kitaptır. Her satırda zaman kırılır ama incinmez, her paragrafta yalnızlık bir başka yüzünü renkli bir tabloyla sergiler. Belki de bu yüzden, Yüzyıllık Yalnızlık, artık sadece Macondo’nun değil; insanın, insanlığın aynasıdır. Çünkü bizler de, bir başka Macondo’da, kendi Buendía soyumuzla—unutmaktan korkarak ve hatırlamaktan kaçarak—bir tür yalnızlığın içine doğmuşuzdur. Kim bilir?

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version