Bir Avuç Umut

29 Görüntüleme
5 Dak. Okuma

Sabahın ilk serinliği, çam kokulu rüzgarla birlikte eski çiftlik evinin kırık camlarından içeri sızıyordu. Ali, uykusuz bir gecenin ardından yine erkenden kalkmıştı. Horoz daha ötmeye fırsat bulamadan o, eski botlarını giyip dışarı çıkardı. Çamurlu avluda biriken suya basmamaya çalışarak tavukların yemini serpti. Her sabah yaptığı gibi. Her şey aynıydı: kuşların cıvıltısı, uzak tepelerden inen sis ve ahırdaki paslı kilidin çıkardığı o tanıdık ses. Ama Ali’nin içinde her sabah yeniden kıvranan bir başka ses vardı: uzakta bir şehir, bir rüya, bir umut.

Paris.

Henüz hiç gitmemişti ama kafasında o kadar çok yaşamıştı ki artık sokaklarını ezbere biliyordu. Seine kıyısında yürüdüğünü, bir kafede oturup sıcak kahvesini yudumladığını, insanların arasına karıştığını hayal ederdi. Oysa şimdi, elindeki metal kovadan süzülen süt damlaları toprağa karışırken tek eşlikçisi ineklerin solgun gözleriydi.

Geceleri, eski radyosunun parazitli sesinden Fransızca bir kelime duydu mu içi kıpır kıpır olurdu. “Bonjour”, “amour”… Hepsi kulağına bir şarkı gibi gelirdi. Bu kelimeler onun için tarladan, hayvandan, yalnızlıktan bir çıkış kapısıydı. Ayda kazandığı üç beş kuruşu köy bakkalına değil, yastığının altındaki paslı teneke kutuya koyardı. O kutunun içinde sadece para değil, bütün umutları saklıydı. Her bozukluk bir adım daha yaklaştırıyordu onu o şehre. Bazen, yıldızlı gecelerde samanlığın önüne oturur, uzaklara bakardı.

“Bir gün,” derdi kendi kendine, “Bir gün ben de orada olacağım.”

Ama hayat, hayaller kadar nazik davranmazdı. Geçen yıl kar yağdığında dam çökmüş, birkaç hayvanı telef olmuştu. O zaman kutusundaki paranın yarısını harcamak zorunda kalmıştı. Yine de pes etmemişti. “Paris bekler,” demişti, “Benim bir hayalim var, o kolay kolay ölmez.”

Zaman geçti. Yıllar, tıpkı sabah sisi gibi ağır ağır dağılırken Ali’nin saçlarına da aklar düşmüştü. Fakat bir sabah, postacı motoruyla kapıya geldiğinde, hayatında ilk kez kader yüzüne güldü. Uzaktan çalışan bir çocuğun ona yazdığı mektuptu bu. “Amca,” diyordu mektupta, “Artık telefonla bile Fransızca öğrenebilirsin, bak burda uygulamalar var.”

Ali o gün radyoyu kapattı ama hayalini değil. Küçük telefon ekranında Fransızca kelimelerle boğuşmaya başladı.

“Je m’appelle Ali.”

Söylerken gülümsedi.

Bir çiftçi, Paris’e gitmeden bile Paris’e biraz daha yaklaşabiliyordu. Yıllar sonra, teneke kutunun içindeki parayı sayarken elinin titrediğini fark etti.

Bilet fiyatına hâlâ uzaktı ama artık korkmuyordu. Çünkü biliyordu ki bazı yolculuklar trenle, bazıları kalple yapılırdı.

Ve belki bir sabah, Seine’in kıyısında bir kafe masasında oturacak, yan masadaki garsona gülümseyip yavaşça diyecekti:

“Bir kahve, lütfen… Çok bekledim.”

Ama o ana kadar, rüzgarla dalgalanan buğdayların arasında Paris’in kokusunu hayal etmeye devam etti.

Yalnız ama umutlu bir kalbin kendi ufkunda filizlenmiş bir masalıydı bu.

Sabahın soğuğu, ezan sesleriyle birlikte çiftliğe çökmüştü. Ali, her zamanki gibi erkenden kalkmış, sobayı yakmadan önce göğsündeki o tanıdık sızıyı hissetmişti.

Küçük mutfağın duvarında, yıllar önce bir dergiden kesip yapıştırdığı Paris fotoğrafı hâlâ asılıydı: Eyfel Kulesi, Seine Nehri ve insanların yüzlerindeki o uzak mutluluk… Ali o fotoğrafa her sabah bir selam verirdi, sanki eski bir dosta “Günaydın” der gibi.

Yıllardır biriktirdiği paraları sakladığı teneke kutu, yatağının altında duruyordu. Kutunun kenarları paslanmış, üstü tozlanmıştı. Her bozukluğu koyarken “Bir gün,” derdi, “Bir gün o bileti alacağım.”

Ama hayat sabırlı hayalleri hep sınar.

Bir sabah, tarlaya giderken ayağı takıldı; düşerken elindeki kazma omzuna saplandı. Hastaneye gitmeyi reddetti çünkü o parayı harcayamazdı. O para, bilet içindi.

“Biraz dinlenirim, geçer,” dedi kendi kendine. Ama geçmedi. Yara iltihaplandı, ağrısı geceleri uykusuna sızdı.

Günler birbirine karıştı. Rüzgar, saman kokusuyla birlikte hüzün getirdi. Bir sabah, güneş doğarken Ali artık tarlaya çıkamadı. Sobanın yanında oturdu, eski radyosunu açtı. Tesadüfen bir Fransızca şarkı çalmaya başladı. Kadın sesi, uzaktan bir ırmak gibi yumuşak ve melankolikti.

O an gözlerini kapadı.

Seine’in kıyısında yürüdüğünü, yüzüne esen rüzgarın serinliğini, uzaktan gelen akordiyon sesini duydu. Kalabalığın arasında kaybolurken kimse onun yalnızlığını fark etmiyordu. Belki bir bankta oturmuştu, belki bir kafenin camından dışarı bakıyordu.

Gözlerinden iki damla yaş süzüldü.

Radyonun sesi azaldı. Sobadaki alev sönüyordu. Bir kuş, kırık camdan içeri girdi, odada kısa bir tur attı, sonra gökyüzüne doğru uçtu.

O gün akşam, köydeki postacı uğradığında kapıyı kimse açmadı. Evin içi sessizdi, sadece masanın üzerinde açık duran teneke kutu vardı. İçinde birkaç bozukluk ve bir tren bileti broşürü. Fotoğraf hâlâ duvarda asılıydı. Ve Ali’nin yüzünde, sanki nihayet Paris’e varmış gibi huzurlu bir tebessüm.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version