Ne? Nerede? Ne zaman? Nasıl? Neden? vb. daha birçok sorunun cevabının peşinde koşulması sonucu felsefenin doğuşudur. Bu soruların peşinde koşan kişiye de Philo-sohia (bilgelik sevgisi) filozof denir. Filozof; bilgiyi seven, bilginin peşinden giden; sorduğu soruların ve onların getirdiği cevapların sorularının peşinde olan kimsedir. Yani filozof sever soru sormayı ve sorduğu sorulara yanıt bulmayı. Üstelik bulduğu cevap ile yetinmez, bir de bulduğu cevabın doğruluk ve gerçeklik payını sorgular ve elinde olan boş kovasını doldurur, taştıkça boşaltır, tekrar doldurur… Bu durum onun en sevdiği ve mutlu olduğu daimi bir devinimdir.
Antik Çağ’dan günümüze kadar insanın en merak ettiği şeylerin başında arkhe (evrenin ana maddesi sorunu), doğru bilginin mümkün olup olmadığı ve ontolojik sorularla karşı karşıya kaldığımız bir bilgi yumağı bizi karşılar. Özellikle Antik Çağ’da evrenin ana maddesi problemi ile sıkça karşı karşıya kalınır. Bu problem neticesinde dört element (ateş, hava, su, toprak) malumatını bize ulaştırmışlardır. Günümüze geldiğimizde ise sorular daha çok insan odaklı olmaya başlar. Nitekim Descartes “Düşünüyorum, o halde varım!” diyerek hem düşünsel olarak varlığından hem de fizyolojik olarak var olduğundan bahsetmiş olamaz mı? Yahut bir fıçının içinde yaşayıp geceleri elinde bir fenerle gezen Diyojen’e “Ne yapıyorsun?” diye sorduklarında “Kendimi veya insan arıyorum.” cevabını verdiğinde anlam bakımından insanı çözmeye çalıştığını söyleyebilmemiz mümkün değil midir? Elbette, ama yine filozof döner dolaşır ve şu cümle ile bizi karşı karşıya bırakır: “Hiçbir şey yoktur. Olsa da bilinemez ve bilinse de aktarılamaz.” (Gorgias) Hatta bununla da yetinmez ve bize şunu da söyler: “Aynı nehirde iki kez yüzülmez.” (Herakleitos)
Bilginin ışığı ve onun getirdiği malumat her daim önemlidir ama bundan daha elzem olan bilginin peşinden koşmaktır. Bilginin izinden gitmek ümidiyle…

