Floransalı Soprano

54 Görüntüleme
14 Dak. Okuma

Katedral Meydanı’nda genç bir kadın, önündeki dinleyici kitlesine küçük bir konser veriyor.

‘‘Der Hölle Rache kocht in meinem Herzen,
Tod und Verzweiflung,
Tod und Verzweiflung flammet um mich her!’’

Vücudu şarkının ritmi ve duygusuna göre ara ara salınıyor, boyalı, ince ve uzun işaret parmağı bulutsuz, kesif mavi gökyüzünü göstererek havada daireler çiziyor. Sanki dilinden süzülen melodileri, tam uzaklaşmak üzereyken havada kapmaya çalışıyormuş gibi…

‘‘Fühlt nicht durch dich Sarastro Todesschmerzen,
Sarastro Todesschmerzen,
Sot du meine Tochter nimmermehr.
Sot du mei, meine Tochter nimmermehr.

Aaaaah…
meine Tochter nimmermehr.
Aaaaah…
Sot meine Tochter nimmermehr.’’

Ağzını bütün göğü yutarcasına açıyor; a’ları uzatarak seslendirirken neredeyse küçük dili görünüyor. Aldığı derslerden çok iyi bildiği bir şey bu. Düzgün bir telaffuz, aynı zamanda doğru ve pürüzsüz bir söyleyişi de beraberinde getirir. Şan hocasının kaşlarını çatarak kendisine bakışını, ilk günkü gibi yüzünde hissediyor. Aryanın ilk bölümlerini gayet sorunsuz bir şekilde seslendirmesinin ardından, a’ları uzatarak söylediği bu bölümde o baş belası anı yeniden yaşıyor; sesi çatlıyor!

‘‘Aaaaah…
meine Tochter nimmermehr.
Aaaaah…
Sot meine Tochter nimmermehr.’’

Kahretsin! Yüzünden pek belli olmasa da morali bozuluyor; ‘’Yine mi?!’’ serzenişi kopuyor gönlünden, fakat bu düşüncelerini kesinlikle kendine saklamalı. Zira profesyonellik bunu gerektirir — babasının da hep söylediği gibi. Karşısındaki nezaket sahibi dinleyiciler, bu çatlamanın ve ardından gelen detonenin pek farkında değilmiş gibi davranıyorlar. Ona rağmen birkaç yuro bırakan bile oldu para kutusuna. Kim bilir, belki de Mozart’ın Sihirli Flüt’ünün hiç hesapta yokken, Katedral Meydanı’nda öylece yürürken bir anda karşılarına çıkmasıyla yaşadıkları yoğun minnet duygusu ve bu tesadüfün meydana getirdiği sevinç, onlarda sabırlı bir dinleyici profilinin oluşmasına neden olmuştu.

‘‘Verstossen sei auf ewig und verlassen sei auf ewig,
Zertrümmert sei auf ewig alle Bande der Natur,
Verstossen, verlassen, und zertrümmert
alle Bande der Natur.’’

Evet, burada nispeten daha iyiyim, diye düşündü. Kendisine moral vermeye çalışarak, en azından parçanın devamında çuvallamamak için direniyordu. Çünkü ne zaman arya söylerken sesini bir bölümde beğenmezse, o moral bozukluğuyla devamında da olmadık hatalar yapıyor ve üst üste gelen hatalar silsilesi karşısında ne yapacağını hepten şaşırıyordu.

‘‘Verstossen, verlassen, und zertrümmert
alle Bande der Natur, alle Baaaa…
Aaaaah…’’

Kahretsin, yine oldu işte! Domino taşlarının art arda yıkılışı gibi, her şey birer birer mahvoluyordu. Babasının hayali gözlerinin önünde belirivermişti yine; yüreğine ok gibi saplanan, yüzünden hiç eksik etmediği o bakışları… Kendisi de sıkı bir opera tutkunu olan baba, kızındaki bu stres yönetimi sorununa ve sesindeki kalite düşüklüğüne anlam veremiyordu. Taşı toprağı sanattan ibaret olan ve her köşe başından ressam, heykeltıraş veya opera sanatçısı çıkan, dünyanın sanat başkenti olan bu kentte, Floransa’da kızının bu denli yetenek kıtlığı çekmesine anlam veremiyor, bunun sorumlusu olarak karısının gen kökenini görüyordu. (Aslında karısının akrabaları da bu konuda pek yetenek fakiri sayılmazlardı; fakat her Akdeniz insanında olabileceği gibi, açıklanamayan veya üstlenilmek istenmeyen bir sorunun sonucunda suçu karşı tarafta, özellikle kadında bulmak gibi bir huyu vardı.) Yüzde elli ihtimalle kendine çekmesini beklediği müzikal dehaya zar zor ulaşan kızının, bu denli çabalamasına rağmen sesinin gereken seviyeye gelememiş olması, büyük bir hayal kırıklığı yaşamasına neden olmuştu. Çünkü aslında bir nevi kızı onun hayatındaki en büyük projesiydi ve büyük emek sarf ettiği bu projede başarısızlığa uğramaktı asıl zoruna giden. Kızı daha küçücükken hayallerini gerçeğe dönüştürmek adına bu yola baş koyan baba, erken kalkan yol alır mantığıyla hareket ederek, kızı iki kelimeyi yan yana getirmeye başlar başlamaz müzik eğitimine de başlamıştı. Beethoven, Mozart’tan tutun, Pavarotti’den Bocelli’ye kadar klasiklerden hemen her gece, salonun başköşesinde yer alan kuyruklu piyanoda çalınıp söyleniyordu. Yalnız ne olursa olsun, para ve imkân dehanın oluşturduğu boşluğu doldurmaya yetmiyordu. Adamın oldurmaya çalıştığı, hayalini gerçekleştirme yolunda görmezden geldiği asıl mesele buydu işte; şehrin en iyi müzik hocalarını tanıyıp onları eve ders vermesi için getirtecek kadar güce sahip oluşu, kendinde gerçekleşmesini umduğu sonuca ulaşmaya muktedirlik kudretini görmesine neden olmuştu.

Genç kadın, bu derslere dökülen onca paraya rağmen konservatuvar sınavını bir türlü geçememişti. Birkaç okulun kapısını çalmış, fakat sesi yeterli bulunmadığından hep geri çevrilmişti. Babasının onunla ilgili hayallerini; onun kalabalık ve şık giyimli bir seyirci kitlesi karşısında, güzel elbiseler içinde sahnenin başköşesinde yerini almış, birbirinden enfes arya parçalarını söylediğini; fraklı, smokinli beylerin ve saten eldivenli zarif hanımların ellerinde dürbünleriyle balkonlardan kızını zevkle dinlerken kendisinin de en önden gururla izlediğini düşlemekte olduğunu iyi biliyordu. Hatta belki de Karmen’e katılır, oradaki o harikulade aryayı kendi kızı seslendirirdi, neden olmasın? Bu hayalinden kızına küçüklüğünden beri o kadar sık bir şekilde bahsetmişti ki, genç kadın kendini o hayalin doğal bir parçası gibi hisseder, bu büyüleyici hülyada kendine önemli ve güçlü bir konumda görürdü. Tıpkı babasının kurguladığı gibi o sahnede, kendini ışıltılar içinde bir yıldız olarak düşlüyor, hak ettiği şöhrete bir gün kavuşacağına yürekten inanıyordu. İki yandan örgülü saçları, dantelli soket çorapları ve dizlerine kadar inen elbisesiyle her gece yatağına yatar yatmaz, her gün bilinçaltına işlenen o düşünceleri tekrar ve tekrar canlandırırdı zihninde. Babanın nazarında hayallerine adım adım giden bir prenses, bir masal perisiydi. Bu yüzden hak ettiğine inandığı bu konuma bir türlü ulaşamamak oldukça gurur kırıcıydı. Biricik yol göstericisinin gözündeki eski konumunu kaybettiği yetmezmiş gibi, emeklerini heba eden, zamanıyla birlikte onca parasını çalan bir hırsızından başka bir şey olamamıştı günün sonunda. Babasının bakışları bu nedenle bir hiçe bakar gibiydi; boş ve cansız. Aslında bir kere hata yaptı mı, diğer hataların da peş peşe gelmesinin sebebi buydu. Üzerinde bunca emeği olan babasını bir kez daha hayal kırıklığına uğrattığının bilincinde, onun hoşnutsuzlukla ekşiyen yüzü gözlerinin önünde canlanırken nasıl hata yapmasındı?

Odaklan, odaklan, diye telkin veriyordu kendi kendine. En azından sözleri eksiksiz bir biçimde hatırlaması içini biraz olsun yatıştırıyordu. Zaten konservatuar sınavına hazırlanırken bu aryaya o kadar çok çalışmıştı ki – hocasının çıldırmaları eşliğinde – her bir cümleyi ezbere biliyor, gerekli iniş ve çıkışları yapmaya çalışıyor; fakat tizleşmesi gereken sesi bir şekilde, olması gereken tondan olmadık bir tarafa kayıyordu. Başarısızlığın verdiği utanç ve gerginlik, Floransa’nın cehennem gibi sıcağıyla birleşince çekilmez bir ruh hali ortaya çıkarıyordu. Üstüne üstlük bütün bunlar yetmezmiş gibi, meydanın hınca hınç kalabalığı ve sağda solda fırsat kollayan seyyar satıcılar el birliği etmişçesine sinirlerini alt üst ediyordu. Arkasında bütün ihtişamıyla yükselen, her seferinde ayrıntılarını hayranlıkla incelediği Santa Maria del Fiore bile gözüne gözükmüyordu. Aklı karışık olduğunda veya biraz olsun huzur bulmaya çalıştığında buraya gelir, az sonra canlanacakmış gibi duran heykelleri ve resimleri hayranlıkla seyreder, eski zamanın imkânlarıyla nasıl bu kadar güzel bir mimari eserin ortaya çıkmış olduğuna hayret ederdi. Fakat şu anda bütün bunların hiçbirini gözü görmüyor; müthiş bir gerginlikle söylediği parçaya odaklanmaya çabalıyordu. Sinirleri o denli harap olmuştu ki, bundan bir adım sonrası cinnet veya çıldırma nöbeti olabilirdi.

Kaderin bir cilvesi diye mi adlandırılır bilinmez ama böyle zamanlarda her şey üst üste gelir. Ne yazık ki onun için de felaket geliyorum diyordu. Yaşlıca, esmer yüzlü bir adam pür dikkat gözlerine kilitlenmiş, bir hışım ona doğru ilerliyordu. Göğsüne dek inen gri sakalları, yüzünü kaplayan kıl ve tüy tomarından zar zor görünen kara gözlerindeki öfke kıvılcımlarını fark etmemek imkânsızdı. Doğululara özgü kara şalvarı, tıknaz kaba vücudu, iri, güçlü ve kıllı kollarıyla Orta Doğu’dan bir yerlerden gelmiş bir göçmen olduğu belli olan bu adam, hiddetli bir şekilde genç kadının üzerine yürümüş ve öfkeyle savurduğu saldırgan cümlelerini kadına yönelterek tezgâhını başka bir yere kurmasını; onun cırtlak sesinden turist kafilesine sunum yapamadığını söylemişti. Genç kadın, sunmakta olduğu arya performansını yarıda kesmemek için o anda bütün öfkesini bastırıp susmak zorunda kalmıştı. Hele bir şarkı bitsin, adama haddini bildirmek için hiç çekinmeyecekti!

‘‘Bande, alle Bande der Natur,
Wenn nicht durch dich Sarastro wird erblassen!
Hört, hört, hört Rache, — Götter! —
Hört der Mutter Schwur.’’[*]

Son bölümü de seslendirdikten sonra yaprak gibi titreyerek dinleyicilerini selamlayıp artık zapt etmekte zorlandığı öfkesini dizginlemeyi bırakmıştı. Önünde açık duran para kutusundaki bozuklukları şıngırdatarak toplayıp, yumrukları sıkılı halde Cennet Kapısı’nın önünde kendilerine yapılan sunumu dinlemekte olan turist kafilesinin şaşkın bakışları arasında biraz önceki adama doğru ilerledi ve var gücüyle bağırdı: ‘‘Sen kimsin, benim alanıma karışıyorsun, utanmaz herif. Man, just shut up and take a hike!’’ Adam, son derece doğulu bir aksanla konuştuğu İngilizcesiyle ağzından tükürükler saçarak kızı püskürttü. Galiba azınlık psikolojisiyle savunma mekanizması çalışmış; bir yandan karşıdakinin kadın oluşu gözünde potansiyel zayıf bir yaratığın canlanmasına neden olmuştu ve ona alt etmesi kolay bir av gözüyle bakıyordu. Genç kadın, adamın vahşi çıkışı sonrası geri adım atmak zorunda kaldı. Ne olursa olsun, İtalya da kadın cinayetlerinin yaşandığı bir ülkeydi ve haberlerde bir yabancıyla girdiği tartışma sonucu hayatını kaybeden; henüz hayatının baharında genç bir kadının ölü bedeniyle yer almak istemiyordu. Ses tonu git gide hafifleyerek kalabalığın arasına karıştı ve Vecchio Sarayı’na doğru giden yolda ardına bakmadan uzaklaştı. Adam hiçbir şey yokmuş gibi, yakıcı güneşin altında altın parıltılar saçan Cennet Kapısı üzerindeki İsa ve havarileri hakkında bilgi vermeye devam ediyordu. Kadın, ince bedenini zorlukla sürükleyerek Davut ve Herkül’ün önünden geçip Uffizi Galerisi’ne, Dante’nin gölgesine sığındı ve derin bir nefes aldı. Gümbürtüleri kulağında yankılanan kalbini sakinleştirmek için bir süre dinlendikten sonra, elindeki para kutusuna bakmak aklına geldi. Bozukluklarla birlikte topu topu yirmi iki yuro kırk beş sent toplayabilmişti! Aslında seyirci kalabalığı hiç de fena sayılmazdı; ancak her zamankinden daha düşük olan bu tutarın sebebi hiç kuşkusuz o adamın yaptığı o iğrenç tavırdı. Bu olaylı çıkışın ardından, Doğulu adamın söylediklerini duyan dinleyicilerden birkaçı durumu anlamış ve ona acıyan gözlerle bakmıştı. Sırf buna maruz kalmak bile katlanılması o kadar zor bir şeydi ki! Düşündükçe adama karşı olan öfkesi daha da büyüdü; fakat elinden gelen bir şey yoktu. Her ne kadar kendi alanına haksızca girilmiş ve ona saygısızlık yapılmış olsa da canını düşünerek geri adım atmakla akıllılık etmişti. Kentin azizlerinin taşlaşmış yüzlerine baktı, medet umarcasına; Donatello, Da Vinci, Galileo… Hayır, ona asıl Apollon gerekliydi. Hiçbir zaman yardımını göremediği, yetenek denilen o membadan kendisine verirken olabildiğince cimri davranan Apollon!… Zihninde babasının tok sesini duymaya başlamıştı; meydanlarda dolaşarak şarkı söylediğini ilk öğrendiğinde verdiği tepki hâlâ net bir biçimde aklındaydı: ‘‘Konser salonuna çıkmayı beceremedin diye kendine yeni mekânlar bulmuşsun, bakıyorum. Zaten ancak sokaklara layık senin sanatın!’’ Belki de hep hayalini kurduğu o sahnelere çıkamamıştı fakat yine de içindeki oldurma isteğini, o deli gibi yanıp tutuşan ateşi bir şekilde söndürmesi gerekiyordu. Bunun başka bir çözümü yoktu gözünde.

Kendini biraz olsun toparlamak için yürüyüşe çıkmaya karar verdi. Arno Nehri’ni takip ederek Ponte Vecchio Köprüsü’ne yöneldi. Turist kalabalığının içeriye girmeyi mümkün kılmadığı o keşmekeşe dayanamayacağını hissederek geldiği yoldan geriye döndü. Uffizi Galerisi’nin önüne geldiğinde kırk yıllık aile dostlarıyla karşılaştı. Birkaç saniyelik bir bakışmadan sonra olacakları adı gibi biliyordu. Haberler o eve ayak basmadan çoktan varmış olacak; evin avlusuna açılan merdivenlerde kollarını kucağında birleştirmiş, gardiyan gibi bekleyen babasını bulacaktı. Her zaman yaptığı gibi, hiçliğe bakarmış gibi bakacaktı yüzüne; onu yine küçük bir çocukmuşçasına azarlayacak, küçük düşürecekti. İçinden yükselen isyan çığlığını bastırmaya çalışırken dudaklarını biraz kuvvetlice ısırdı. Nehir boyunca rüzgâr misali uçarcasına yürüyerek evinin yolunu tuttu. Bu seferki karşılaşmaları başını önüne eğip sessizce babasını dinleyerek geçmeyecek; bunca zaman elinden geleni yapmanın verdiği iç huzuruyla, gerekirse kılıçtan keskin sözlerle onunla çarpışarak olacaktı. Geri dönüşü olmayan bir yola girmek pahasına olsa bile…


[*] Mozart’ın Sihirli Flüt’ünden bir arya bölümü: ‘’Cehennemin İntikamı Yüreğimde Kaynıyor, ölüm ve umutsuzluk, Ölüm ve umutsuzluk alevleri etrafımda! Sarastro senin yüzünden ölümün acısını hissetmiyor mu? Sarastro’nun ölüm acıları, Sakın yapma kızım, bir daha asla. Bunu bana asla yapmazsın kızım. Aaaaah… kızım bir daha asla. Aaaaah… Kızım bunu bir daha asla yapmayacak.

Sonsuza kadar kovulmalı ve sonsuza kadar terk edilmeli, Doğanın tüm bağları sonsuza dek parçalansın. Terk edilmiş, terkedilmiş ve parçalanmış doğanın tüm bağları, tüm Baaaa… Aaaaah…, çete, doğanın tüm bağları. Sen olmazsan Sarastro’nun rengi solacak! Duyun, duyun, intikamı duyun, — tanrılar! — Annenin yeminini dinle.’

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version