Bazı görüntüler ruha dokunur. Bazı sözler, içimizde usulca kanat çırpan umut kuşlarını uyandırır. Ve bazı insanlar… Gerçekten “iyi ki varlar” dedirtir insana.
Bilmiyorum sizde de olur mu… Ama ben, yeşilin bin bir tonunu kuşanmış bir ormana baktığımda, taşların arasından zarafetle süzülen bir suyun berrak sesini duyduğumda, gökyüzünde özgürce süzülen kuşları, ufukla dans eden gemileri gördüğümde ve yüzlerinde sebepsiz bir gülümsemeyle oynayan çocukları izlediğimde… Hayatın hâlâ mucize dolu olduğunu hatırlıyorum.
Oysa ne çok insan, bu renk cümbüşünün ortasında sadece önünde duran bir taşa odaklanıyor.
Kimi, düşüp canını yaktığı taşa; kimi, henüz adım atmadan “ya takılırsam?” diye korktuğu taşa; kimi ise yıllarca, “bu taş neden burada?” sorusunun cevabını aramakla geçiriyor ömrünü.
Unutuyoruz… Hepimizin cebinde taşlar var.
Kim yara almadan yürüyebilir bu yolu?
Kim gözyaşının tuzunu tatmadan tamamlayabilir ömrünü?
Kim değil ki zaman zaman ağırlıkların altında ezilen?
Ve sonra… Bir acıyı alıp battaniye gibi üzerimize çekiyoruz. Altına gizlenip hayatı dışarıda bırakıyoruz. Oysa bu çözüm değil, bu, bir ömrü sessizce harcamaktır.
Aldığınız yaraya dönüp defalarca “neden, nasıl?” diye sormak neye yarar?
Terk edildiniz mi? Evet, oldu. Ama hayatınızın tamamı bir gidişin gölgesinde mi geçmeli?
İflas mı ettiniz? Elbette olabilir. Ticaretin dili budur: Ya batmak vardır, ya da yeniden doğmak. İlkini başaran sizdiniz; ikincisi de sizin elinizde.
Ruhunuzun içinde fırtınalar mı kopuyor? Doğaldır. İnsan dediğin, bazen savrulur. Ama unutmayın, kabuklar ancak darbelerle sertleşir.
İzin verin… Hayat size dokunsun. İnsanlar size değsin. Kapanmak sizi korumaz; aksine, daha kırılgan kılar.
Geç kalmayın farkına varmaya. Çünkü hayat; sadece işe gitmek, evde kalmak, uyumak ve uyanmak değildir. Hayat; ölümle doğum arasına sıkışmış bir bekleyiş hiç değildir.
Hayat; nefes almaktır. Durup bakmaktır. Dinlenmektir, dinlemektir. Anlamaktır, anlaşılmaktır. Sevmektir, sevilmektir. Gülümsemeyi öğrenmektir. Güzellikleri çoğaltmaktır. Bir tebessüm kadar zarif, bir dokunuş kadar derin olmaktır.
Hayat, yürümektir… Bazen yol güzel olduğu için, bazen canınız öyle istediği için, bazen mecburiyetten, bazen sadece hayal kurduğunuz için…
Yeni yaşlara, yeni zamanlara, yeni insanlara, öğrenmeye, öğretmeye, yeniden başlamaya yürümektir.
Ama sakın… Kendinizi küçük bir girdabın içine sokup “yaşıyorum” sanmayın. Oyalanmaktır o. Ve hayat, oyalanmak için fazla kıymetlidir.
Bu cümleleri sıradan mı buldunuz? O zaman gidin; yürüyemeyen birine sorun yürümeyi, konuşamayan birine sorun suskunluğun ağırlığını. Her gün aynı camdan aynı manzarayı izleyen birine sorun özgürlüğü…
İyileşmeyi bekleyen, şifa arayan birine sorun zamanı… Sahip olmak istediği her şey, elinden alınmış birine sorun yerinizde olmayı. Sayılı günleri kalmış birine sorun şu “an”ın kıymetini.
Yalnızlığın içinde kıvranan birine sorun… Siz “susmuyor” diye şikâyet ettiğiniz telefon, onun için belki de bir mucize olabilir.
Ve sevdikleriniz hâlâ hayattaysa, dokunabiliyor, sarılabiliyorsanız… Ne kadar şanslı olduğunuzu ancak kaybedenler bilir.
Korkmayın yaşamaktan. Korkmayın yeniden adım atmaktan. Kendinizi bulun; kaldığınız yerden değil, yeniden, taptaze bir yerden başlayın.
Kendinizi sevin. Ruhunuzu besleyin. Hayatınıza renk katın… Çünkü siz üzülüyorsunuz diye hiç kimse sizin hayatınızın merkezinde olmak zorunda değil. Artık bırakın herkesi. Kendi hayatınızın merkezine siz geçin.
Kaldırın başınızı… Görün görünmeyeni… Hissedin sevginin eşsizliğini… Güzel düşünün ki, güzellikler sizi bulsun.
Unutmayın:
Hayat, sizin yansımanızdır. Nasıl bakıyorsanız, nasıl düşünüyorsanız öyle yaşıyorsunuz.