İlahi Plan

13 Görüntüleme
7 Dak. Okuma

Ah be korona!
Alışılmış dengeleri bozarak, aile içi rutinleri nasıl da dönüşüme uğrattın.

Yeliz, bir taraftan haberleri seyrediyor, bir taraftan da Instagram’da geziniyordu. Koronavirüsünün boyutundan bahsediyordu bir uzman. Mikroncuk bile değil, mikronun binde biri olan nanometre birimiyle yüz yirmi beş nanometre. “Aman abartmayın, ırkımıza bir şey olmaz.” mesajları yağmur gibi akarken, bu minnacık canlının, kilometrelerce uzaktaki Çin’de bulunması rahatlatıyordu onca insanı. “Buraya gelene kadar çoktan yok olup gider.” görüşünün ne kadar yaygın olduğu, ilk günlerde yapılan yorumlara bakılınca anlaşılıyordu.

Ne var ki üç beş gün içinde bu düşünceler geçerliğini yitirmiş, işler ciddileşmeye başlamıştı. Çünkü ilk vaka tespit edilmişti. Bireysel olarak alınabilecek en etkili önlem, sokağa çıkmamaktı. Reklam panoları, trafik lambaları, haber programları ve daha birçok basın kuruluşunda “Evde kal” cümlesinin zorunlu bir slogan haline gelmesi uzun sürmedi.

Karantinanın otuzuncu gününde sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Topu topu iki gün, hafta sonu için. Yasak haberi alt yazıda geçerken, Yeliz sanki telefonuna mıhlanmış gibi bir video izliyordu: “Koronavirüsü püskürtmek için bir araya gelen Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Budist müzisyenler hep bir ağızdan Tanrı’nın isimlerini zikretti.” Sunuyu izler izlemez gözü televizyona kaydı. Market raflarını talan eden insanlar, açlıktan ölebiliriz endişesiyle (!) korkunç bir telaş halindeydiler. Sürekli maruz kalınan uyarılar tedirginlik seviyesini artırmış, bu artış da yağmalamayı tetiklemiş olabilir diye düşünürken, ağzından bir anda “Acaba ben de…” cümlesi çıkıverdi. Ama getiremedi arkasını. O günün neredeyse büyük kısmını, sosyal medyada şaşkınlıklarla geçirdi.

Akşam yemeği için sofraya oturduklarında, evde taze ekmeğin olmadığını fark etti. Fırındaki kuyruk görüntüsünü anımsadı. Eh haksız sayılmazlarmış. Yeliz’in kafası fena halde bulandı tekrar. Oğluna belli etmemeye çalışarak kara kara düşünmeye başladı. “Ya evdeki un ve maya yetmezse.” diye endişelenirken, “İyi ki geçen sene ekmek yapma makinesi almışım.” diye sevindi kendi kendine. Fakat beynindeki sorular, dur durak bilmiyordu. Ya yasaklar daha ciddi boyutlara ulaşırsa, ya da tam kapanma olursa? Azar azar mı yemeliyiz şimdiden? Hadi o uyguladı idare etmeyi bir şekilde, ne de olsa dedesinden ve ninesinden kıtlık zamanlarını çok dinlemişti. Aklında iyi kötü bir şeyler kalmıştı. Oğluna nasıl açıklayacaktı peki bu durumu? Ona masallarda bile kıtlık ve açlık çektirmemişti. Neleri tedarik etmeliydi ki hayatlarını asgari düzeyde idame ettirebilsinlerdi?

Tüm bu ya’lar beynini yemek boyunca kemirdi durdu. Mutfağı toparlaması uzun sürmedi. Hemen salona gidip kanepeye uzandı. Televizyon ve telefon arasında kısa devre yapmaya ramak kalmış bir halde gözlerini iki ekran arasında gezindiriyordu. Parmağıyla yeni gönderileri kaydırırken, İtalyan bir vatandaşın evinden seslendirdiği şarkı dikkatini çekti: “Şimdi odamdayım, karantinadayım. Hiç tuvalet kâğıdı da yok. Oturdum kendi kendime…” Eyvah! Burada da aynı sıkıntılı süreç başlarsa ne yaparız, sorusu kafasını meşgul etmekteydi bu defa.

“Şeker biterse sorun değil de tuz biterse ne yaparız?” diye düşünürken aklına upuzun bir ihtiyaç listesi geldi. Hemen sehpanın çekmecesinden boş bir kâğıt çıkardı. Tam listenin en başına tuvalet kağıdını yazmıştı ki, karantina günlerinde en çok ihtiyaç duyulan malzemelerin piramidi çıktı karşısına, WhatsApp gruplarından birinde. Piramidin en alt basamağında çay olmazsa olmaz diyordu mesaj. “Eyvah!” dedi tekrar, sadece bir avuç çay kalmıştı kavanozun dibinde. Daha bu sabah çayı demlerken, önemsiz, kolay çözülecek bir sorun gibi görmüştü. Bir anda panik oldu. Kâğıdı buruşturup yeni bir tane aldı. Hiç aklına gelmemişti çay, ne de olsa kahveciydi. Tam “Olamazz, olamazzz.” diye bağıracaktı ki, “Ay içim şişti vallahi de billahi de.” diyerek söylenmeye başladı. Listeye kahve de eklenmeliydi. Hatta en başa. Migreni tuttu mu, kimseyi gözü görmezdi. Son satırında yazan ahududulu ve mandalinalı sakızla tam kırk beş satırdan oluşan liste sonunda hazırdı.

Dışarıya da çıkamıyordu ki, her yer virüs kaynıyordu. Sürekli evde kal uyarıları devam ederken çık çıkabilirsen. Mırıl mırıl konuşurken, birden Instagram’da karşısına sanal market reklamı çıkıverdi. Şaşırtıcı bir mucize gibi karşıladı bu tesadüfü. “Beni mi dinliyor bu telefon, Siri? Siri sana diyorum. Cevap ver.” diyerek söylenmeye başladı. Siri’nin “Yanıtlanacak bir şey yok. Anladığımdan emin değilim?” sözlerini işitince; “Olsun, işe yaradı ama, sanal sipariş işi yarama merhem gibi oldu valla.” dedi. Hemen uygulamayı indirip listesindeki ürünleri sepete ekledi. Aksilik bu ya, oturdukları semte henüz sanal sipariş hizmeti yoktu. Alelacele, firmayı arayıp gerekçesini sordu. Onlar da konuyla ilgilenecekleri belirttiler. İçi rahatladı.

Gidip kendine sade kahve yaptı. Evde sıkışıp kalınca ne de olsa en iyi o gelirdi. Ama nereye kadar! Kahveyi yudumlarken, “Twitter’a girip biraz haber okuyayım.” dedi. Bir yazıda, endişelerin çocuklara belli edilmemesi gerektiği yazıyordu. Televizyonda ise, koronavirüs salgını dolayısıyla insanların dışarı çıkmamasına bağlı olarak trafik yoğunluğunun azalmasıyla hava kalitesinde iyileşmeler meydana geldiği açıklanıyordu. Ayrıca nitrojen oksit kirliliğinin ilk kez böylesi bir düşüş gösterdiği de söyleniyordu. “Hmmm, ilginç.” dedi. Bu konuyu, ertesi gününe bıraktı. Şimdi yapılacak daha ivedi bir durum söz konusuydu. Twitter mesajı. Hemen bir koşu oturma odasına gitti. Köşe koltuğun altından hiç açılmamış bir kutu çıkardı. Üstünün tozunu ıslak mendille temizleyip doğruca oğlunun odasına doğru yöneldi. Eyvah, ıslak mendil! Hemen yönünü değiştirip, mutfağa koştu. Listeye üç paket ıslak mendil ekledi. Oğlunun kapısı kilitliydi her zamanki gibi. “Oğlum açsana kapıyı!” Oyun istasyonuna dalmış olacak ki, beş seslenme sonrası sesini duyurabildi.

“…”

“Hadi.”

“Senin yüzünden kupayı kaybettim. Çalıp durma şu kapıyı.”

“Kelime oyunu oynayalım mı seninle?”

“Ne alaka, nerden geldi aklına şimdi.”

“Biraz eğleniriz. Hem seversin sen de.”

“Severdim evet, ama geçmiş zamanda. Artık büyüdüm.”

“Canım sıkıldı. Hadi lütfen.”

“Öf, tamam. On dakika sonra ama, bir maç daha yapacağım. Sen dizedur.”

Oğlu mırın kırın ikna olmuştu. Oyuna henüz başlamışlardı ki, onun yazdığı ilk kelimeyle (çikolata) bir anda masadan fırladı. Hemen listeyi, mutfaktaki komodinin üstünden alıp ekleme yaptı. Bitter, Antep fıstıklı, sütlü. En son attığı hikâyedeki alkış sayısının çokluğu kadardı sevinci. Gurur duydu kendiyle. Oturma odasına gidip, oyuna devam etti.

Oyun tahtası neredeyse dolmuştu, birbirinden ilginç kelimelerle. Şükür ki, marketten alınacak türden değillerdi. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan öyle daldılar ki, televizyon ve telefon unutuldu. Saatin ilerlediğini hatırlayan, oğlunun kahkahalarıyla uyku sersemliğinde titreyen, takozdaki harflerdi sadece.

Yıllar sonra, bu denli eğlenmek. Tam da oğlunun yetişkinlik arifesinde…

“Şşşt. Sessiz. Siri uyudu.”

Hayat da unutulan değerleri hatırlatmak için oyun oynuyor.
Ta ki bıkkınlık olup da yeni dengeler kurana kadar…

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version