Kendine Uzak Düşen İnsan: Sessiz Bir Yabancılaşmanın Hikâyesi

14 Görüntüleme
3 Dak. Okuma

Danışmanlık odasında insanların en çok zorlandığı şey çoğu zaman acıları değil; acılarına nasıl yabancılaştıklarıdır. Bunu yıllardır gözlemliyorum. Kimsenin fark etmediği bir ayrıntı vardır orada: İnsan, çoğu zaman canını yakan şeyle değil; canını yakan şeyle ne yapacağını bilememekle yorulur. Bir danışanım bir gün, “Hocam, hayatımda bir sorun yok ama kendimi tanıyamıyorum.” demişti. O cümlede saklanan yorgunluk, belki de modern insanın en büyük psikolojik kırgınlığıydı. Çünkü insan kendine uzak düştüğünde, hiçbir başarı, hiçbir ilişki, hiçbir koşuşturma o boşluğu dolduramıyor.

Bu yabancılaşmanın kökeni çoğu zaman çok sessizdir. Büyük travmalar değil; küçük ama sürekli tekrar eden çatışmalar kırar insanın iç ritmini. Bir şey söylemek isteyip sustuğun an… Bir şeye hayır demen gerekirken bedeninin otomatik olarak “Tabii yaparım.” dediği an… Bir duygunu göstermek istediğinde “Şimdi sırası değil.” diye bastırdığın an… İşte bu anlar, tek tek bakıldığında önemsiz görünür. Fakat birikmeye başladıklarında insan, bir gün kendine şu soruyu sorarken bulur: “Ben bu hayatı gerçekten kendi isteğimle mi yaşıyorum, yoksa bana biçilen role mi uyuyorum?”

Psikolojik danışman olarak yıllardır şunu öğreniyorum: İnsan ruhunun en büyük yarası yalnızlık değil; kendine temas edememektir. Çünkü kişi kendi iç sesiyle bağını kaybettiğinde dış dünyanın sesleri daha baskın hâle gelir. Başkalarının beklentileri, sosyal medya kalıpları, güçlü görünme zorunluluğu, “İyi olmalısın.” baskısı… Hepsi kişinin kendi duygularını gölgeleyecek kadar gürültülü çalışır. Bu yüzden büyük bir ironi yaşanır: İnsan bir yandan kendini kaybettiğini hisseder, diğer yandan bunu tarif etmekte zorlanır. Çünkü kaybolduğu yer görünmezdir; içindedir.

Bu noktada profesyonel gözlem şunu gösteriyor: İnsanlar çoğu zaman tükenmiş olduklarını düşünürler ama aslında tükenmemişlerdir; sadece kendileriyle bağlantıları zayıflamıştır. Kendini duyamayan kişi duygusunu da yönetemez. Ne istediğini bilmeyen kişi neye hayır diyeceğini de bilmez. Sınırlarını fark etmeyen kişi ilişkilerde neden yorulduğunu anlamakta zorlanır. Yani sorun dışarıda değil; içerideki pusulanın işlevini yitirmesinde başlar.

Peki, bu içsel bağ yeniden kurulabilir mi? Elbette. Ama bunun yolu büyük değişimlerden değil; küçük fark edişlerden geçer. İnsan önce kendi iç sesinin tonunu hatırlamalıdır. Bir duygu ortaya çıktığında onu bastırmak yerine adını koymak küçük bir adım gibi görünür ama aslında çok derin bir iyileşme sürecinin başlangıcıdır. Kendine şu soruyu sormak bile bazen bir dönüm noktasıdır: “Bu duygu kime ait? Bana mı, yoksa başka birinin beklentisine mi?” İnsan bu ayrımı yapabildiğinde yol kendiliğinden açılır.

Modern hayat hepimize hız öğretti ama durmayı öğretmedi. Oysa durmak çoğu insan için bir lüks değil; bir ihtiyaç. Bazen sadece bir akşam 10 dakika sessiz kalmak bile insanın kendi içindeki derinliği yeniden duymasına izin verir. Çünkü insan kendine döndüğü yerde iyileşir. Kendi hikâyesine yaklaştığında ruhu yavaş yavaş toparlanmaya başlar. Ve o an kişi fark eder ki: Yabancılaşma bir kırılma değilmiş aslında; bir çağrıymış. Kendine geri dönme çağrısı.

Belki de hepimizin bu çağrıya kulak vermesi gerekiyor.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version