Noktanın Ufku: Hakikatin Merkezine Doğru

26 Görüntüleme
3 Dak. Okuma

Bazen düşünüyorum: Hakikati gerçekten arıyorsam, onu koca cümlelerde değil, en küçük işaretlerde aramam gerektiğini bana kim fısıldadı?

Kur’an’ın hakikatin özü olduğu söylenir; o özün de Fâtiha’da toplandığı… Fâtiha, Besmele’ye; Besmele, “Bâ” harfine; “Bâ” ise altındaki o suskun noktaya iner.

Ve ben fark ediyorum ki belki de hakikatin kendisi çoktan konuşmayı bırakmış; bize kalan yalnızca o noktanın sükûtu.

Bu düşünce kısa bir vecize gibi görünse de aslında derin bir metafizik katman taşıyor.

“Nokta mutlak hakikattir.” denildiğinde, bunu çocukça bir sadelikle değil; bilakis dilin, ontolojinin ve varlık tasavvurunun bütün sınırlarında dolaşarak anlamak gerektiğine inanıyorum. Çünkü nokta yalnızca yazının başlangıcı değil; zihnin de başlangıcıdır.

B harfi kapıysa, nokta kapının omuzundaki yük.

Besmele’nin başındaki “Bâ”, bana hep gizli bir eşiği hatırlatır. O harf eğik durur; sanki insanın hakikate yönelirken boyun büküşünü temsil eder. Ama asıl ağırlık, harfin altındaki o minik noktadadır; çünkü bütün harf, o noktanın omzunda yükselir.

Bir an için şöyle düşünüyorum:

Eğer nokta kaybolsa, Bâ harfi çöküp dağılır mı?

Belki de harflerin bütün düzeni, görünmeyen bir merkezin etrafında dönüyor. Tıpkı kâinatın görünmez bir çekim merkezine bağlı olması gibi. Bu yüzden nokta; hem başlangıçtır hem süreklilik, hem varlığı kuran hem varlığın ardındaki mutlaklığı saklayan bir işaret.

Noktanın sükûtu: Var olmak ile yok olmak arasındaki o ince çizgi.

Akademik bir ifadeyle söyleyecek olursam, nokta; dilsel bir unsur olmanın ötesine geçip ontolojik bir metafora dönüşür:

Mutlak olan konuşmaz; konuşan her şey ayrışır. Bu yüzden nokta, anlamın konuşmaya başlamadan önceki hâlidir; adeta varlığın rahmi. Ancak bu kadar teknik bir dille söyleyince sanki ruhu kaçıyor. O yüzden kendi hâlimle şöyle demek daha doğru:

Nokta, sözden önceki nefes gibidir; nefes alınır ama ses hâline gelmeden önce bir karanlıkta bekler. Orada, o bekleyişte, hakikate en yakın hâl vardır.

Ben noktanın önünde susarken.

Bazen yazarken fark ediyorum: Cümlelerim ne kadar çoğalırsa çoğalsın, beni yine bir noktanın başına getiriyor. Sanki düşünce dairesi, döne döne kendi merkezine çarpıyor.

Ve o merkeze her dönüşümde aynı his:

“Sanki bir şey biliyorum ama bildiğim şeyin kaynağı, hep o suskun işarette duruyor.”

Belki de bu yüzden nokta, hem kâinatın çekirdeği hem de insanın kendi içine açılan kuyusu gibi geliyor bana.

Melayê Cizîrî’nin dizelerine sinen o derin, hafif acılı ama aynı zamanda ışıklı sezgi burada kendini hatırlatıyor:

“Her şey bir özün gölgesidir; öz ise kendinden bile saklıdır.”

İşte bana göre nokta, tam olarak bu “kendinden bile saklı” hâlin işaretidir.

Sonuç yerine değil, başlangıç yerine.

Bu metni bir sonuç cümlesiyle bitiremiyorum; çünkü nokta, sonuç değil, başlangıçtır. Anladığımı sandığım her şey, tekrar o merkeze dönüyor.

Ve ben fark ediyorum ki:

Hakikat, büyük cümlelerin değil; doğru yerde duran küçük bir noktanın kudretinde gizliymiş.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version