Geçip giden aylarla vedalaşıp yeni gelenlere hoş geldin demek de sıkıyor be insanı bir süre sonra. Yaşlandıkça tarifi imkânsız bir duygu yoğunluğuna girip bu hâli tanımlayamamak; hiç kimsenin kullanmadığı bir kelime icat etme hissi uyandı belleğimde. Sadece ve sadece sonbaharın gözdesi eylüle hoş geldin demek ve sadece onunla vedalaşmak istiyorum. Gönlümde vedalaştığım insanların sayısını çoktan unuttum bile.
Şimdi oturup geride kalan mevsimlerin ve ayların hesabını yapacak değilim aslında. İnsanları mı? Asla! Gidene ağlamak, bahanelere sığınmak, keşkelerle nefes alacak yaşı çoktan geçtim vesselam. Yaşanmışlıklarla biriken anı yığını zaman zaman gözümün önüne gelip zihnimde canlandırınca ne yazı ne de kışı manasız bırakıveriyor. Acizliğin dibine kadar yaşamak bu olsa gerek.
Ruhumun izbe sokağına gömdüğüm ne de çok kişi var. Sonbahar son demlerini yaşarken hissizleşti yine gönlüm. Neden diye sormayın. Anlatıyorum işte yavaş yavaş. Bazen cam kırıkları yutmuşçasına sancılanıyor yüreğim. Unutmak istedikçe önümde beliren yüzler korku filmlerini aratmıyor desem yeridir. Ne korkmaktan bıktı beyhude yüreğim ne de izlemekten bıkacak bu durumda.
Hâlim viran olmuş, meyhane meyhane dolaşan bir müptezel görünümünde. Bir anda kuracağım cümlelerden doğacak anıların ağırlığına ne kalbim dayanabilir ne de bedenim; itirafından hiç de gocunmuyorum. Bunu arsızlık olarak telaffuz edenlere de tek kelime etme mecburiyetinde hissetmiyorum kendimi.
Gönül, her mevsimde esrarlı hatıralar barınağıdır aslında. Değişen adreslerde unutulmaya mahkûm edilmiş, yaş almış, yaşlandığını zanneden bedenler hâlâ dinç görünen gönüllere gıpta ile bakmaya devam ediyor. Ruh hep diri; ne var ki bedenlerde hayat emaresi için bir kıvılcım bekler durur. Alev almak için çakmak taşına gerek duymaz âşıklar ordusu.
Hatıralar birbiri ardına geçip giderken gözlerinin önünden beyhude yaşayan bir sarhoş gibi hisseder sevdalı. Kalbin yerinden fırlayacak kadar hızla attığı zamanlarda ağzınızı sıkı sıkı kapattığınız anlar da çoktur değil mi? Dişler birbiri ile kıyasıya bir mücadeleye girdikçe kalp, yaşam ile ölüm arasında gidip gelmeyi aşk olarak tanımlıyordur belki de. Parçalandı parçalanacak. Durdu duracak.
“Unuttum” demenin bile hatırlamak olduğu bir dünyanın avare âşıklarının, zemheri ayazı yemişçesine yüreği titriyordur bir yerlerde. Buna eminim. Öyle bir an gelir ki binlerce hatıranın içinde sonsuz bir hayal âlemiyle seyyah olur; hem âşık hem de mâşuk. Çam ağacının yapraklarının yağmurdan koruyamayacağını bile bile sığınırlar mesela. Reçine kokusu, yağmurla kucaklaşmış toprak kokusunun verdiği hazzı beraber tadar sevdalılar.
Meşe ağaçlarına tırmanmış asmadan, salkım salkım üzüm uzatır adam aşkına. Kar kalbi üşütmeye cesaret edemez ama bedene sinyal gönderir: “Sevdana sarıl ve ısın.” diye. Özlem. Bıkmadan usanmadan adımlama. Onlarca saatin saniyeler kadar sürdüğünü zannetmek. Vedalaşma. Geriye bakarak atılan adımlar. Boşluğa basan şaşkın ayak. Sert bir düşüş. Onlarca diken. Islanmış elbise içerisinde buhar atan bir kalp. Canlanan az önceler. Hayal edilen az sonra ve yarınların tadı. Resimden resme bakışmanın hazzı. Kısa bir telefon kaçamağı. Arkadan gelen kalın bir sesle gelen ürpertinin tarifi imkânsız lezzeti, hem de isot yutmuşçasına.
Geçip giden yıllar. Bulutlarda beliren unutulmaz yüz. Bazen kır çiçeklerinin arasındaki ihtişamlı papatya gibi bir duruşu vardı. Küçük bir çakı ile canını ne kadar yaktığımdan habersiz adını kazıdığım çınar ağacından özür dileme isteği. Yaşanılan sevda kadar hatıralar da özeldi. Belli ki karanfil kokusu tam da sevdayla güzeldi.
Ruhun içerisinde saklanmakta olanları hatırlamak için bulut aramak, resimleri taramak, aynı havayı solumak beyhude. Geçmiş geçmişte kaldı azizim. Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı dostum. Anı anında yaşa paşa.

