Sihrin Kıvrımları

10 Görüntüleme
6 Dak. Okuma

Dünya üzerinde, gözleriyle içtiği gizden sarhoş olan kaç kişi vardı, bilmiyordu. Zaten gösteri anında kendi varlığından fark ettiği kısımlarını içerde bırakmıştı; yine bir sonraki seyirde yerini önceden ayırsın diye. Güneş batınca hava nasıl da soğumuştu ama Ahmet kendini kandıramayacak kadar biliyordu ki içinin bu denli üşümesi havadan değildi. Eve doğru attığı her adımda annesinin sesi daha gür geliyordu kulağına. Haklıydı annesi; ne kadar serzenişte bulunduysa başını duvarlara vurduracak düzeyde haklıydı.

Ağzı bir karış halde, aklın son kalesini de gördüklerine verirken seyreylediğinin beyninin imkansızı ile çarpışmasından ortalık toz duman oluyor ve evet, sihirbaz bu toz dumandan faydalanarak el çabukluğuyla işi bitiriveriyordu. “Ne var” diyordu annesi, “bu denli kafayı bozacak, zaten sihirlerin hilelerine tek tek bakıyorsun internetten; biliyorsun, hiçbiri gerçek değil, hepsi hile…” Kendi de anlayamıyordu ya, sihir esnasında ensesine çarpan o nefesin meftunuydu. Kandırılacağını bile bile para verdiği gösteriyi seyrederken mananın canına dokunduğunu hissetmek, bu tezatlık değildi. Tezat kelimesinin anlamı, bu durumun üstünü örtmeye yetmezdi. Yılan deri değiştirirken bu derece heyecan duyuyor muydu acaba?

……

Kendine anlatamadığı durumu, başkasına nasıl anlatsındı? Şu an cami avlusunda selvi ağaçlarının altındaki oturacakta onu bekleyen cami hocasına mesela… Annesi, yaşı kemale erdiği halde helal süt emmiş nasibi çıkmadığını, Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği’nden 2 yıldır mezun olduğu halde işsiz kalışını ve bir de tabii bu gereksiz bağımlılığını anlatmış; yolunu kesip “Bir okusan, üflesen, belki bir fayda verir” demiş. Ah, bu kadınlar her şeyi nasıl da abartıyorlar!

Karşıdan gelen gencin beklediği kişi olduğunu anlayınca ayağa kalkıp “Merhaba” diyerek uzattı elini Cevdet Hoca. Hafif kırlaşmış saçları, yapılı bedeniyle 40’lı yaşlarda gösteriyordu. İkindi cemaatinden tek tük beyaz sakallı, bastonlu yaşlılar çıkıyordu cami avlusundan. Tanışma, hâl hatırdan sonra uzun bir müddet serin esen rüzgâr konuştu sadece avluda; bir de ayaklarına sırnaşarak sevgi isteyen, mahmur bakışlı alaca kedi… Rüzgârın ağaç yapraklarına dokunuşuyla oluşan nağme alışılmayacak kıratta güzeldi. Beyninde birikmiş tüm olumsuzlukları alıp alıp götürüyordu bu ezgi. “Ahh” dedi içinden, “bugün sadece bu nağmeyi dinlesem.”

Bir müddet sonra caminin hemen bitişiğindeki lojmandan bir kadınla 15-16 yaşlarında bir kız çıktı. Ayağını yere sürte sürte küçük, telaşlı adımlarla annesine uymaya çalışıyordu kız; önce ayak parmaklarıyla basıyordu zemine. Galiba onu bu denli süzmesinin en büyük nedeni, annesinin elinden tutup yürümesiydi. Cevdet Hoca’yı görünce durup, avuç içleri onlara bakacak şekilde her iki elinin işaret ve orta parmakları arasına aldığı dudaklarıyla utanır gibi gülümseyip parmaklarını iyice açarak salladı hocaya doğru. “Bugün tam 2 harf öğrendim” dedi; harfler tam çıkmıyordu ağzından.

“Zeynep” dedi hoca, “annesi her gün bıkmadan bizim hanımın yanına Kur’an-ı Kerim öğrensin diye getirir. Anneannesinin son isteğiymiş kızından.”

“İlginç” dedi dudak bükerek, “bir anneannenin en son isteği neden bu olsun ki?”

Eskiden hastanenin bu denli yaygın olmadığı zamanlarda Kur’an-ı Kerim hem bedene hem ruha şifa niyetiyle bol bol okunurmuş. “Biliyor musun” derken gözleri faltaşı gibi açılmıştı, “Topkapı Sarayı’nda tam 5 yüzyıldır – arada mecburi kesintiler olmuşsa da – kesintisiz Kur’an-ı Kerim okunduğunu ben de yeni öğrendim.” Az önce faltaşı gibi açılan gözleri yaşardı birden. “Ne muazzam bir şey…”

O kadar içten ve samimiydi ki sesi, karşılık vermeden yapamadı. “5 asır… İlginç ve kesintisiz.” İçinden, “Şimdi başlayacak vaaza” diye de bir gerilme ve tedirginlik hissetti.

— Biliyor musun, Kur’an-ı Kerim’de beni en çok etkileyenlerden biri de sihirbazlardır.

“Sihirbazlar mı??!!” Bu cümle içinde koca kayaları yerle bir etti sanki. Az evvelki boş bakışları merakla dolmuştu. Kur’an-ı Kerim yeryüzünde sadece kendisine mi indirilmişti yani? “Hz. Musa’yı yenip O’nun bir yalancı olduğunu ispat ederek Firavun’un vaat ettiği yüksek mevkilere konmak niyetiyle sahaya çıkan sihirbazlar secdeye kapanmaya başladılar birden. ‘Alemlerin Rabbine iman ettik, Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik’ dediler. Firavun’un ağzından ateşler saçarak yaptığı tüm tehditlere karşı Hakla batılı ayıran o bıçak sırtında, elleri ve ayakları çaprazlama kesilmişken dahi durmayı başardılar. Bu bana olağanüstü gelir.”

……..

İki elinin içiyle yüzünü ovuşturdu; Cevdet Hoca’nın cümleleri, Akşehir’e dökülen bir kaşık yoğurt misali dökülüyordu üstüne.

“Çünkü” dedi Ahmet yutkunarak, kaşları çatık, dalgın bir halde derinden bir gülsuyu kokusu aldı. Rüzgâr camiden getirmiş olabilirdi; cemaat çoktan dağılmıştı oysa. Mevlâna, şarap istemek için gittiğin şarapçı dükkanında şarapların hepsi mi dönüşüvermişti gülsuyuna? Yoksa bahar, gelecek yıllar için hazırladığı çiçek odasını mı açmıştı ona? “Çünkü sihir bittikten sonra yutulan şeylerin tekrar ortaya çıkması gerek.” Tüm bedeniyle çiçek odasındaydı şu an. Her gösterinin ardından araştırdığı hileler miydi bu bilgiyi eline veren?

— Sihir çok cezbedici bir şey değil mi?

— Sen de ilgileniyorsun, öyle mi? Soğuk havadan aldığı derin bir nefes genzini yaktı.

— Aynen… Eşyaları sabitlememizin Dünya’nın dönüşüyle uzaktan yakından bir alakasının olmaması, konunun tamamen deprem korkusu olması beni aşırı heyecanlandırır. Sonra, dedi, batmak üzere olan güneşin kızıl solgun ışıkları paçalarını ve ayakkabılarını boyuyordu. Güneş’in ayaklarıma kadar getirilmiş olması müthiş giz dolu ve Zeynep’in hayatta kalabilmesi için hücrelerindeki akıl, kusursuz bir mucize…

Ahmet ayağa kalktığında aklı, ayakları uyuşmuştu.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version