Geç kalmışlığın ve ertelenmişliğin gölgesi düştü haber bültenlerine. Film başladı, kapılar kapandı. Aklımda bir tek, büyük puntolarla yazılmış filmin adı kaldı:
“Aşk Yazında Susuz Kalmak”
Geleceğe dair hayaller kurmak, geçmiş günlerle avunmak yaralara değilse bile iyi gelir yalnızlığa. Şekeri atılmış ama karıştırılmamış çay tadında, gözün karanlığa alışması gibi, yavaş yavaş yaşamak iyi gelir. Hatırlasana, İskender’in Feneri de iyi gelmişti karanlığa.
Öyküsünü yazan, noktayı koyacağı yeri kendi seçer. Başkasının öyküsünü yaşayana her cümle tuzaktır. Bitmez içindeki uzaklık. İyi gelecek şeyler bulunsa da, kendinle baş başa kalmanın her dildeki adıdır yalnızlık.
Zaman su gibi akıp giderken aşk yazında susuz kaldım. Gerçi avutacak çok şey bıraktın. Yüzünün aynası bir gökyüzü, sesinle yıkanmış yağmurlar, kirpiklerinden kırlangıçlar, kızgınlıklar, küskünlükler bıraktın.
Bir tek bunlarla avunacak bir ben bırakmadın bende. İyi ki bırakmadın. Yürümeyi, konuşmayı, uyumayı, hayaller kurup avunmayı ve hatta yaşamayı becermeye çalışan bir ben olmayı istemem senin olmadığın yerde.
Saklı tılsımlara gömülmüş saklı kentler saklıyorsun içinde. Yolunu buldum, anahtarı kayıp aşklara ad olmuş yüreğimin içinde. Yolunu buldum; kilitleri açmak için her sabah yeniden seviyorum seni. Her gün başka biçimde.
Saklı denizlere gömülmüş saklı kentler saklıyorum içimde. Yolumu bul, yolumu bul.
Kapılarım kilitli. Anahtarım kayıp kentlere ad olmuş Atlantis’in içinde.
Yolumu bul. Atlantis göz kırpıyor nefesinde.
Sensizlik çaresiz boğulmaktır, izin verme. Dokundur nefesini bedenime.
Yolumu bul, yolumu bul. Sensiz yaşamayı öğretmedin.
Ne beni bende bırak,
Ne de kendini alıp gitme…
Ayna kırıldığında, resimlerde kırılır. İzleri silinir kırgınlıkların. Kafdağı’nı seninle anlatan ütopya masallarla bilinir.
Ayna kırıldığında her şeyin gerçekliği kendinden önce gelir. “Seni seviyorum” kıvamında iki sözcük, aynayla birlikte dağılan hayatları birleştirir.
Ayna kırıldığında, çerçevesiz kalan resim her şeyin üstünde ve her şeyden hafif, gökyüzünde uçar gibi, karanlıktan kaçar gibi sevilir. Çerçeveyle birlikte dağılan yüzün, gün gibi aydınlık yüzün, güzel günlerden kalma üç ışıkla üç parçaya bölünür. Biri, yeryüzünün bütün metallerini eritip yaralarımızı dağlar. Tırnaklarının kızıllığını alıp ateşböceklerini kandırır biri.
Biri, parmak uçlarından dökülüp saçlarımı kavurur. “Seni seviyorum” tadında iki sözcük, hiç olmadığı kadar yakar dilimi.
Artık ne ayna kaldı ne de çerçeve. Himalayalarda bir keşişin, Everest gibi cömertliğiyle dağıttım her şeyi. Yüreğime asmak için yüzünü kuşlara da gökyüzünü bıraktım. Artık ne bir ses ne de bir resim dolduramaz kalbimdeki yerini. Her gün bin umutla dikiyorum gözlerime tunçtan heykellerini. Yük olmayan ağırlığıyla kapatsın gözkapaklarımı. Ya uyanıkken seni, ya uyurken heykelini göreyim. Bir tek seni, yalnız seni, tek seni seveyim…