Babamın Kaseti

Ahmet Furkan Demir 42 Görüntüleme Yorum ekle
10 Dak. Okuma

Borç harç ile yaptırdığımız evimize taşınalı birkaç ay olmuştu. Babam, evin yapımı için yüklü miktarda borca girmiş ve nihayetinde evin yapımını tamamlamıştı. Yeni taşındığımız için evin büyük bir kısmı boştu. Yarım yamalak olsa da kendimize ait olan bu evin içinde olmak insana huzur veriyordu. Boyası eksik olan duvarları neşemiz ile boyuyor, yarım olan mobilyaları samimiyetimiz ile tamamlıyorduk. Ev tam teşekküllü hale gelinceye kadar sıkış tıkış otursak da hep bir arada ve kendi evimizdeydik. Babam, eksikleri tamamlamak için durmadan çalışırken annem de ev ekonomisine katkı olarak küçük bir bakkal dükkânını işletiyordu. Ben ise henüz 16 yaşında olan bir lise talebesiydim. Hayalleri, ailesini kurtarmaya mahkûm edilmiş bir lise talebesi… Derslerime çalışıp iyi bir meslek sahibi olmaktan başka çarem yoktu. Kıt kanaat bütçesiyle beni okutmaya çalışan aileme bir vefa borcum vardı bunu da önümde beni bekleyen üniversite sınavında ödeyecektim. Yeni evimize adapte olmak hepimiz için zor olmuştu bizi rahatlatan tek sebep, metruk da olsa buranın bizim olmasıydı. Bir yanım buranın heyecanını yaşarken bir yanımda da anlamsız bir buhran vardı. Sanki bu ev benden bir şeyleri almış gibiydi. Belki de almasından korktuğum için böyle düşünüyordum. Aslında alacağı pek bir şeyim de yoktu. Birkaç arkadaş, birkaç kitap ve birkaç plaktan başka sermayem yoktu. Buraya yeni taşındığımız için arkadaşım da yoktu. En iyi arkadaşım babamdı. Her şeyi onunla yapardım. Çocukluğumdan beri pazar günleri babamla Osmanlı Parkına gidip oradaki bankta piknik yapıp yorgunluğumuzu atardık. Ben her cumartesi gecesi bu ânın heyecanı ile uyurdum. Annem çalıştığı için bizimle gelemezdi. Babam, akşamdan çıkınını hazırlar bir de şarjlı kasetçalarını yanına alırdı. Her pazar günü, o parkta üzerinde Seyfettin Sucu yazan bir kasetten; “Baba bugün ayrıldım özlerinden. O şirin sözlerinden…” türküsünü dinlerdi. Bu alışkanlığımız yeni evimize taşınınca da devam etmişti.

Yeni evimizdeki 2. ayımızda yan komşumuz bizi evlerine davet etmişti. Annem ve babamla birlikte içimizi saran bu heyecanı adeta bir günah bir ayıp gibi saklayarak yeni komşularımızın davetine icabet ettik. Onların evleri de bizim evimiz gibi müstakil ama bayağı lükstü. Bu lükslüğü fark etmek için evin hol kısmını görmem yeterli olmuştu bile. Klasik tanışma ve hal hatır sorma faslından sonra sohbet daha sığı bir hal almıştı. Yeni komşularımız gayet mazbut ve mütevazı bir aileydi. 2’si çocuk olmak üzere toplamda 4 kişilik bir aileydiler. Çocuklardan birinin adı Boran, diğerinin adı ise Zerda’ydı. Boran henüz ilkokula gidiyor, Zerda ise benimle yaşıttı kim bilir belki de ileride çok sıkı bir arkadaşlık bağımız olacaktı onunla. Babaları Abdurrahman amca mühendis, aynı zamanda üniversitede profesördü. Anneleri Kevser teyze ise ev hanımıydı. Yeni komşularımızı çok sevmiştim gayet mütevazı ve gayet düzgün bir aileydiler. Yemek ve kahve faslının ardından kendilerinden iade-i ziyaret sözünü de alarak evlerinden ayrıldık. Hem okulun hem de ev ziyaretinin vermiş olduğu yorgunluk ile bitkin düşmüştüm. Eve gelir gelmez yatağıma uzanıp uyudum.

Ertesi sabah uyandığımda etrafta adeta bir ölüm sessizliği vardı. Kafamı dışarı çıkarıp baktığımda her tarafın karla kaplandığını gördüm. Aslında yağan karı ve onu oluşturduğu bu sessizliği çok severdim ama nedense bu defa içimde bir huzursuzluk vardı karın yağışı dahi bana heyecan vermiyordu. Oysa bugün benim doğum günümdü.

Odanın kapısını açtığımda karşı salonda babamı gördüm. Babamın telaşlı bir şekilde elinde telefonla ha bire birilerini aradığını fark ettim. Eski komşularımızı arıyor, akrabalarımızı arıyor, yeni komşumuz Abdurrahman amcaları bile arayıp bize davet ediyordu. Bunun tek bir sebebi olabilirdi; Bugün benim doğum günümdü ve belli ki babam da akşam için bir kutlama hazırlıyordu. Derken annem öğle yemeğini yemek üzere bakkaldan eve gelmişti. Babam durumu ona da anlattığında annem birden sinirlenip yüksek bir sesle bağırmaya başladı: “Bey daha evimiz bile tastamam değilken bu kadar insanı nerede ağırlayacağız hem ben işteyken bu kadar insana nasıl yemek yapacağım? Neden bana danışmadan bu kadar insanı davet ediyorsun!”

Babam her zamanki sakin tavrını annemin karşısında da korumuş ve annemin de gönlünü alarak onu ikna etmişti. Babam o an farklı bir neşeye sahipti. Doğrusu onu daha önce bu kadar mutlu bir şekilde pek az görmüşümdür. Akşama doğru misafirler yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. O gece hiç olmadığı kadar güzel geçiyordu sevdiğimiz insanlarla hep bir aradaydık. O gün çeşidi az ama bereketli olan sofradan aldığım lezzeti daha sonra oturduğum hiçbir mükellef sofradan alamadım. Belki de geçirdiğim en güzel doğum günüydü. Saat yavaş yavaş geceye doğru yaklaşırken misafirler birer birer ayrılıyordu. Bedenimizdeki yorgunluk yüzlerimize yansımıştı. Şüphesiz en çok yorulan da annem olmuştu. Bugün, hem işte çalışmış hem de kalabalık bir topluluğa yiyecek hazırlayıp servis etmişti. Misafirler tamamen ayrıldıktan sonra annemin evi toparlayacak kadar takati kalmamıştı uyuyup yarın sabah toplamaya karar vermişti. Vakit gece yarısını geçtikten kısa bir süre sonra hepimiz uyumuştuk.

Ertesi sabah midemdeki bulantı baş ağrımla karışarak beni uykudan uyandırmıştı. Midemde bir şeylerin yürüdüğünü hissediyor, dün yediğim her şeyin boğazıma dayandığını fark ediyordum. İçimde gayet kötü bir his vardı mart ayının son günleri olmasına rağmen temmuz sıcağında güneşte koşan bir çocuk kadar terlemiştim. Vücudum odun ateşi kadar sıcaktı. Zor da olsa kafamı kaldırmayı başardım. Dışarıda karın şiddeti ve yoğunluğu artmıştı. Kısık ve boğuk bir ses tonuyla “Baba!” diye seslendim. İlk seslenişimde duymasa da ikinci seslenişimde yanıma gelmişti. Hasta halimi görünce her zamanki soğukkanlı ve sakin tavrından eser kalmamıştı. Telaşlı ve heyecanlı ses tonuyla; “Sen bekle ben anneni alıp geleyim kızım.” dedi. Telaşlı bir şekilde montunu giymeye başladı ben de o sırada son bir takatle kalkıp babama atkısını verdim. Kapıya kadar ona eşlik ettim. Kapıyı açtıktan sonra beş altı saniye durakladı. Dönüp bana baktı ve kısık bir sesle: “Bekle beni kızım hemen geleceğim.” dedi. Babam yanımdan ayrılırken içimden bazı organların koptuğu hissine kapılmıştım. O an sanki boğazımı saran bir örümcek ağı vardı ve düğüm düğüm olmuştu. Ellerim aşağıya doğru boşalıyor, dizlerim titriyordu. Zor bela kapıdan ayrılıp pencereden babama baktım. Henüz otoparka yeni varmıştı bir an durdu üç beş saniye yerinden kımıldamadı. Sağ elinin avuç içi ile sol kolunu sıkmaya başladı derken bir anda yere yıkılıverdi. O sahneyi görmek ölümle yaşam arasında gidip gelmekti. Hemen merdivenlerden atlayıp dışarı çıktım.

Çığlıklarla oraya doğru koştuğumu görünce bekçi beni kucaklayarak öbür tarafa götürdü. “Babam! Babam, öldü mü amca?” tek kurabildiğim cümle buydu. Bekçi amca beni kucaklarken bir yandan da “Sakin ol baban iyi.” dedi. Gözyaşlarım peş peşe gözümden süzülerek yağan karla birlikte ağzıma doğru ilerliyordu. Yaşadığım şok hem havadan hem de yağan kardan daha soğuktu. Babam yerde yatıyordu etrafında ise mahalleden bir sürü ahali vardı. Gözümün önü kararmaya başlamış dışarıdan gelen sesler robot sesleri gibi beynime nüksetmişti. Tam bu sırada sokağa giren ambulansın ışıkları beynime bir mızrak gibi saplanırken siren sesleri de adeta kulak zarlarımı patlatmıştı. Ayak tırnak uçlarımdan saç diplerime kadar vücudumu hissetmiyordum. Dizlerim bedenimi daha fazla taşıyamadı. Sağlık görevlileri babamı ambulansa taşırken sol omzumun üzerine düştüm. Gözlerim hafif açık bir şekilde kapanmamak için direniyordu. Yarı karartılı bir görüntü ile babamın ambulansa taşındığını gördüm. Bu her şeyden habersiz olan babamı son görüşümdü. Ambulansın iki yana açılmış olan kapıları tekrar kapanırken adeta bir mermi patlaması gibi ses çıkarmış bu ses beynimde bir şimşek gibi çakmıştı. Gözlerimi açtığımda yine odamdaki yataktaydım. İçeriden gelen feryat ve ağıt sesleri beni uyandıran sesler olmuştu. İşte o an babamın öldüğünü anlamıştım. Babam artık yoktu tüm bu sıkıntılarla, tüm bu insanlarla ve tüm bu borçlarla bizi baş başa bırakmıştı. Dağsız bir kar neyse, gülsüz bir bahçe neyse ve tuzsuz bir yemek neyse ben de artık oydum. O günden beri bir daha asla doğum günümü kutlamadım. Kutlarsam yine benden birilerini alır diye çekindim. Doğum günümü kutlayan arkadaşlarıma da sahte ve yalan gülümsemelerden başka bir cevap veremedim. Yaklaşan her doğum günümde içimi saran sıkıntıyla baş başa kalıyorum.

Babamın ölümünün üzerinden tam 7 yıl geçmişti. O öldükten sonra her pazar onunla yaptığımız pikniği tek başıma yapmaya devam ettim. 7 yıldır her pazar günü kasetçaları alıp her zaman gittiğimiz o parka gidip hep oturduğumuz bankta otururum ama bu defa farklı bir duygu ve farklı bir yorgunluk ile otururum. Sigara paketimden çıkardığım bir dal sigarayı yakıp, mırıldanmaya başlarım: “Baba bugün ayrıldım özlerinden. O şirin sözlerinden…”

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version