Bahar Esintilerinden Tuvallere Yansımalar

Merve Hodancı 123 Görüntüleme Yorum ekle
7 Dak. Okuma

Baharın gelişi aynı zamanda umudun da simgesidir. Çiçeklenen ağaçlar, yeşeren kırlarıyla aylar süren uzun uykusundan uyanan toprak bütün bereketiyle yaratılmışlara bağrında sakladıklarını sunmak için hazır ve nazır beklemekte, bu sunuşu gerçekleştirirken de çeşit çeşit güzelliklerini gözler önüne sermektedir. Bir başka ifadeyle doğanın bu dönüşümü ve vericiliği müthiş bir estetikle harmanlanmış küçüklü büyüklü birçok görsel şölen de sunmaktadır bizlere.

Sadece bakmakla kalmayıp etrafındaki incelikleri gören gözlerin, bu gördüklerini yeteneklerinin süzgecinden geçirerek çok sesli bir eser üretimi sürecine girdiklerini görürüz. Şüphesiz böyle bir şeyi gerçekleştirmek için oldukça hassas bir ruha, yaratılıştan gelen eşsiz bir yeteneğe, yüksek farkındalığa, çevresini durmaksızın tarayan ve dikkatini celbedecek ayrıntıları yakalamasını sağlayan keskin bir radara da sahip olmak elzem olsa gerektir. Bu radara takılanlar çoğumuzun fark etmediği veya fark etsek de dile getiremediğimiz çeşitli duygu, düşünce ve bakış açılarıdır. Büyük bir beğeniyle okuduğumuz kitaplardan, hayranlıkla çizgi ve renklerinde kaybolduğumuz tablolardan sonra benzer bir şaşkınlığı çoğumuz yaşamışızdır: ‘‘Ben de bu duyguları yaşıyorum ama asla bu şekilde anlatamazdım.’’

Yaratıcı ruhlar yetenek alanlarına göre farklı bakış açıları sayesinde biz sanat takipçileri ve okurlarını cezbeden eserler ortaya koyarlar; kimilerinin ruhlarının telleri güzel melodilerle titreşir; kimilerinin rengârenk duyguları sele döner, şekillenir, tuval olur; sözcüklerle dans eden, onlarla var olanlar da satırlara nakşeder görüp duyduklarını: Tıpkı Vivaldi’nin Dört Mevsimi, Claude Monet’nin yaşama sevinci ve umut fışkıran pastoral temalı eserlerinden Springtime’ı (1872), benzer şekilde Hans Thoma’nın Goldene Zeit’i (1876) ve daha sayamadığımız birçok eserde de göreceğimiz gibi bahar, sanatçılara her daim ilham olmuş ve eserlerine de bir şekilde yansımıştır. Etrafımızı saran varoluşsal olaylar işte böyle dönüşerek eserlerde ete kemiğe bürünür ve can bulur dimağlarımızda.

Sadece ruhumuzu beslemekle kalmayıp zihinlerimizde de izler bırakan doğada pek çok nüans vardır kendimize pay çıkarabileceğimiz. Dikkatimizi doğadaki bazı ayrıntılara çevirdiğimizde bize sonsuz bir huzuru bahşetmesinin yanı sıra oluş, yaşayış ve yok oluş bağlamında baktığımızda da hayata dair türlü mesajlar içerdiğini fark eder, bu farkındalıkla kendi bakış açımız ve hayat deneyimlerimize göre bir takım çıkarımlarda bulunuruz. Fakat bu başka bir yazının konusu olabilir. Hadi şimdi dikkatlerimizi asıl konumuza çevirelim. Bu yazımızda ele alacağımız ilham kaynağı ‘’bahar’’ ve sanatçılara etkileri…

Sanatçıların baharın esintilerini eserlerine taşıyışını görmenin en iyi yöntemi eserleri incelemektir. Dikkatimi çeken birkaç esere gelin birlikte bakalım. Ek olarak belirtmek isterim ki ben profesonel bir sanat tarihçisi gibi akademik bir yorum yapamayacağım, sadece kendi bakış açımdan gözlemlediklerimi yansıtacağım izninizle.

Bahar temalı yapılan tablolarda gözlemlediğim kadarıyla dikkatimi çeken ilk ayrıntı yeşeren doğanın içinde bir kadın figürüne mutlaka yer verilmesidir. Burada sanatçıların benzeşim kurduğu nokta sanırım kadının doğurganlığıyla doğanın oluşturma, canlanma ve bağrında taşıdıklarına can verme özelliğidir. Nasıl kadın canıyla, kanıyla içinde bir yaşamın gelişmesini sağlıyor veya katkıda bulunuyorsa toprak da bağrında sakladığı tohumları filizlendirip onun gelişmesini sağlayarak aynı görevi yerine getirmektedir. Ana rahmi ve toprağın görevi arasında bu şekilde bir ilişki kurulmuştur. Doğadan bahsederken ‘’doğa ana’’ benzetmesi yapılması da bu savımızı destekler niteliktedir.

Bahsettiğim konuyla ilgili ilk iki örnek Arthur Frank Mathews’ın Spring Dance (1917) ve Hans Thoma’nın Goldene Zeit (1876) adlı eserleridir. Şöyle kabataslak bakarsak bu eserlerde yemyeşil bir kırda çiçek açmış ağaçların etrafında toplanmış bir grup kadının neşeli bir şekilde sohbet ettiğini, gülüp eğlendiğini ve hatta birkaçının da kendini tutamayıp dans ettiğini görürüz. O kadar yoğun bir şekilde mutluluk ve sevinç taşmaktadır ki tablolardan adeta bu biz sanatseverlere kadar erişen bir enerjiye dönüşmektedir.

Hadi şimdi gözlerimizi kapatıp kendimizi bu atmosferin içinde hayal edelim. Çiçek açmış ağaçların altında yemyeşil bir örtünün üstünde uzandığımızı, ılık havanın tatlı esintilerinin içimize dolduğunu düşleyelim. Böyle bir ortamda mis gibi toprak kokusunu içimize çekerek rahatlamanın tadını çıkarmak ne güzel olurdu değil mi? O ana kadar sırtımıza da yüreğimize de yük olan ne kadar olumsuz duygu ve his varsa hepsi toprağa karışırdı ve içimize sonsuz bir huzur ve enerji dolardı. Biz farkında olsak da olmasak da bu iyileştirici hisler sesimizin tonuna, bakışlarımıza veya hareketlerimize bir şekilde yansırdı: sesimiz cıvıldar, daha hareketli ve enerjik olurduk. Başka zaman muhtemelen canımızı sıkacak bir durum bu coşkun duygular içinde önemsenmeyecek denli küçük bir ayrıntıya dönüşürdü. Dans adımlarıyla birleşen melodilerle birlikte iyiden iyiye coşan duygular bir de sevdiklerimizle paylaşınca arşa çıkardı.

Bunların dışında Alphonse Mucha’nın (1896) Spring adlı eserine (Bana göre baharı yansıtan en iyi eserlerden biridir.) bakarsak bu kez daha farklı bir işleyiş görürüz. Sanatçı burada baharın gelişini mitolojik karakterlere özgü bir tanrısallıkta, mistik bir role bürünmüş çok güzel bir kadının görüntüsüyle yansıtmaya çalışmaktadır. Adeta tanrıça havasındaki bu güzel kadın doğayla hemhal olmuş, huzuru içerken kendinden geçmişliğin büyüsü ile eline aldığı lirin etrafa yayılan melodileriyle sihirli bir etki bırakmaktadır bizlerin gözünde. Bu etkiyi bırakan birçok emare taşımaktadır üstünde; saçlarına iliştirdiği çiçekten tacı, masumiyetin simgesi beyazlar içinde zarif elbisesi ve etrafını saran çiçek açmış dalların arasında lirin melodilerine dalıp kendinden geçmiş, adeta ilahi bir huşu duygusuna kapılmış haliyle bu dünyadan olmadığının kanıtıymışçasına yaydığı güzellikle mitolojideki tanrısal karakterlerden biri canlanıp karşımıza çıkmış gibi bir izlenim vermektedir.

Son olarak Monet’nin Springtime (1872) ve Peder Severin Krøyer’in Roses (1893) adlı eserlerine baktığımızda ise bu kez şen şakrak bir kahkaha veya uhrevi bir transa geçiş hali yerine doğanın dinginliği içinde kendi ruhsal iklimine çekilmiş ve orada kendilerince huzurlu saatler geçirmekte olan iki kadın görürüz. İkisi de her okurun hayallerinde olan ideal bir okuma ortamı olan doğada, okudukları kitapların hikayelerine derinlemesine dalmış, dünyanın gerçekliğinden neredeyse tümüyle soyutlanmışlardır. Bunu yüzlerindeki huzurlu ifadeden de anlamak mümkündür.

Bunca yabancı sanatçı ve eserlerinden bahsettikten sonra yazımızı usta şairlerimizden Bedri Rahmi EYUBOĞLU’na ait güzel bir şiirle sonlandıralım. O halde buyurun:

BAHAR VE BİZ

Yılda bir kere çıldırır ağaçlar sevincinden
Rabbim ne güzel çıldırır.
Yılda bir kere uzatır avuçlarını yaprak;
Sevincinden titreyerek.
Yılda bir kere kendini verir toprak
Yılda bir kere yarılır bahçeler hazdan
Rabbim ne güzel yarılır.
Biz de bir kere sevinebilseydik.
Çiçek açmış ağaçlar gibi çıldırasıya.
Kim bilir belki bir gün sulh olunca
Biz de deliler gibi seviniriz,
Ağaçları ve baharı taklit ederiz
Renkli bez parçalarıyla donatırız şehri
Renkli ampuller asarız pencerelerden
Kim bilir belki bir gün sulh olunca
Biz de çatır çatır çatlarız bin bir yerimizden
Ağaçlar gibi.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version