Bir Kayboluş Çekiyor İçim

Selver Metin 40 Görüntüleme Yorum ekle
4 Dak. Okuma

Her şeyin üzerinde gerçekleri, acıları, eksiklikleri örten bir bulanıklık, bir pus varmış gibi… Sonra günler geçmeye başlıyor, güneşler doğuyor, aylar çeviriyor gökyüzünü durmadan. Yıldızlar kayboluyor gaypta, rüzgarlar esmeye başlıyor. Esen rüzgar eşyaların üzerindeki, durumların üzerindeki, duyguların üzerindeki, fiillerin üzerindeki tozu yavaş yavaş kaldırmaya başlıyor, gerçekler, hasarlar, kusurlar, olması gerekenler değil de olanlar ortaya çıkıyor. Ama bu öyle sıradan bir durum ki sanki, kimse ses etmiyor, kimse oralı olmuyor. Her an, her dakika, her gün, her yıl, her çağ böyle yaşanmış gibi alışkın insanlar bunlara. Tüm her şeye puslu bir toz perdesi çeken kişi gidince aşkı kaybediyor insan.

Duygular birbirine evrilmeye başlamalı, aşk nefrete, özlem alışkanlığa, acı hissizliğe evrilmeli. Ama yalnızlık… Yalnızlık yerini kimseye bırakmıyor. Yalnızlığın, asırlardır ulu bir dağın eteklerine kurduğu otağını da, kökleri cevher damarlarına değin işlemiş tahtını da terk etmeye hiç niyeti yok.

Ve aşkı kaybeden insan bu devinime, bu değişikliğe tüm inancına rağmen iman ediyor, gönülden istiyor bunu. Çünkü zaman, duyguları birbirine dönüştürme konusunda usta bir simyacı adeta. İnsan, kendisini bu muazzam değişimcinin insafına bırakıyor, ne olacaksa olsun diyor; ne, neye dönecekse dönsün, her şey bir an evvel olsun ve bitsin. Aşk; kaybolsun.

Ama öyle olmuyor, zaman usta fakat yavaş. İnsafı yok. Değişim vakit alıyor, uzun sürüyor. İnsan doğan günle bir şeylerin değişmiş olacağını hayal ediyor, penceresini açtığında içeriye başka şehrin rüzgarı girecek zannediyor, gölgelerde gezmek zorunda kalmayacak olduğunu düşünüyor. Yine de olmuyor, bir türlü bu değişim yaşanmıyor, gün bir değişim getirmiyor, acılar aynı şiddetleri ile içeride durmaya, kalpte yanan ateşler aynı sıcaklıkları ile içi yakmaya devam ediyor.

Acılarla kararan dünyada, geceyle gündüzün farksızlaşmasından bu yana insanın kendi içinde bir çöl peydah oluyor ve varlığından zerre şüphe duymadığı çölün hududunu aramaya koyuluyor insan; oysa herhangi bir sınırı bulmak bir yana, çakılı olduğu yerden öteye bir adım atmış mıdır veya adım atsa dahi insanı zamanda veya mekanda bir an dahi öteye götürmüş müdür bilemiyor. Fakat bundan pek müteessir de değil insan, çünkü artık kendi içini adımlamaya başladı, hududu aramaya koyuldu. Çünkü bulamamak aramamaktan daha fazla can yakıcı, ümidi daha açık bir şekilde kesip atıyor. İnsan, çölü değil yaşamak isteğini yahut yaşamaya vesile umudu kırmaya çabalıyor, farkında çünkü gitmek gerektiğinin. Ama yapabilse; çölü, içini kaplayan bu kumlar deryasını eski bir esvap gibi bir yırtıp atabilse…

An geliyor ve çöl, bir okyanusa dönüyor, hem de daha evvel görülmemiş uçsuz bir okyanusa. Amma ki insanın içi bu denli geniş değil, ummanlar sığmaz. Derinliği konusunda bir bildiği yok ancak bunun bir önemi de yok, yıllarca içinde çöl gezdirmiş birisi okyanustan gelen rüzgarla bile boğulabilir. Ve içinin sahilinden okyanusun göğsüne doğru uzanan o harap iskelede, uca gelmiş halde okyanusun ufukla farkını kestirmeye çabalıyor. Dalgalı bir deniz, öfkeli rüzgarlar ve geceyi bile örten bir korku; belki değiştirirdi bir şeyleri.

Bir adım sadece, bir adım ve sonrası hiç, hiçlik, yokluk, yok oluş, kayıp ve sırra kadem… Bir cümle dökülüyor yorgun ve kuru dudaklardan, bir cümle; bu güne değin kurulmamış ve bundan sonra da kurulmayacak, sözlükler yazmayacak kelimelerini, çocuklar hecelemeyecek, diller dönmeyecek, bir cümle ki; yaratılış amacı sadece burada telaffuz edilip seslendirilmek ve sonra yok olmak olan;

“Bir kayboluş çekiyor içim.”

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Selver Metin
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version