Bursa’nın İncisi Gölyazı

Meltem Bozkurt 61 Görüntüleme Yorum ekle
5 Dak. Okuma

Bursa’nın Nilüfer ilçesine bağlı eski bir Rum Köyü olan Apolyont şimdi ki adı ile Gölyazı, derin bir yarımadanın üzerinde kurulan antik bir yerleşim yeridir. Yazılı kaynaklardan edinilen bilgilere göre; M.Ö 6. Yüzyıla kadar dayanan tarihinde antik adı Apollonia ad Rhyndacum’dur. Apollonia eski çağların ışık tanrısıdır. Ayrıca Gölyazı, “Işık Tanrısının Şehri” olarak da bilinmektedir. Apollania ad Rhyndacum, Bizans döneminde önce Bitinya Piskoposluğu’na bağlı kalmış, daha sonra Nicomedia ve kısa bir süre de Kios piskoposluklarına bağlanmıştır. Uzun yıllar boyunca farklı isimlerle anılan Gölyazı’yı hala birçok yerli ve yabancı turist ziyaret etmektedir.

Gölyazı, Türklerle Rumların ortak tarihi açısından oldukça önemlidir. Bugün daha çok Selanik’ten göç edenlerin yaşadığı Gölyazı, Osmanlı döneminde Türklerle Rumların bir arada yaşadığı ve Rumların çoğunlukta olduğu bir yerleşim merkeziydi. Etrafında büyüklü küçüklü on bir ada bulunmaktadır. Gölyazı ise bu adalardan farklı olarak nefes almaya değer güzellikte nimetler sunan, hem insanlara hem diğer canlılara yuva olmayı başarmış olmanın gururunu yaşıyordu. Geçmişte anlatılanlara göre Apolyont(Gölyazı), Apollon Kralı’nın başkenti ve kentin adına da Kastro yani kale dedikleri bilinmektedir. Asıl adı ise “Apolloniada” olan adayı krala saygı göstermek için Apolyont olarak değiştirmişlerdir. 1920’li yıllarda yaklaşık olarak bin hane olan halkın yüzü Türk, geri kalanı ise Rum’du. Azınlıkta olan Türk halkı geçimini balıkçılık, kerevit, ipek böceği bir kısmı da ya zeytin ve incir yetiştiriciliği ya da hayvancılıkla sağlıyorlardı. Rum halk genelde daha varlıklıydı. Zeytin ve incir bahçelerinin çoğu onlara aitti. Bir kısmı da balıkçılık, ipek böceği, kerevit ile geçimini sağlarken bunların yanı sıra kasap, bakkal, terzi, ayakkabı tamircisi, esnaf kesimdi. Gölyazı’nın etrafını saran ucu bucağı görünmeyen göl, halkın ekmek kapısı olmuştu. Yelkenli gemileri ise tam anlamıyla ekmek tekneleriydi. Halka, türlü nimetler sunan gölün de kendine münhasır bir hikâyesi bulunuyordu. Döneminde kimine göre acı olaylara sebep olmuş olsa da yıllar sonra insanlara mutluluğu da yaşatmıştır. Apolyont (Uluabat) gölü efsaneye göre Propontis yani bugünkü ki Marmara Denizi’nin güneyinde Odryses Çayı çayı bulunmaktadır. Bu çay Bandırma’dan denize dökülmektedir. Bir zamanlar Apolyont gölünün yerinde Apollonia Krallığı, Odryses Çayı’nın çayının yerinde ise Melde Krallığı yaşam hüküm sürdürüyordu. Bir gün Melde kralı, Apollonia Kralı’nın kralının kızını oğluna ister. Ancak kız, Melde Kralı’nın oğlu ile evlenmek istemez. Apollonia kralı bu durumdan tedirgin olmuş olacak ki kızını korumak için bir tepe üzerinde saray yaptırarak kızını bu saraya saklar. Bu duruma çok sinirlenen Melde kralı oğluna istediği kızı alamadığı için onurunun kırıldığını düşünerek, intikam almak için harekete geçer. En kısa yoldan Odryses Çayı’nın yolunu değiştirip Apollonia kentinin sular altında kalmasını sağlar. Sular çok fazla artınca prensesin de bulunduğu sarayın çevresi sularla çevrili bir ada haline gelir. Apolyont Gölü de işte böyle oluşmuştur. Kim bilebilirdi ki yıllar sonra bir intikam uğruna var olan göl ileri ki zamanlarda insanlara ekmek kapısı olacak. Melde kralının onur savaşında kazanan bir halkın olacağı durumun tam tersine tarihe Apolyont’ta yaşam sürdüren iki dost millet olarak not düşülmüştü.

Gölyazı, bu tarihi macerasında kazanan taraf olmuştur. Çok fazla hayranı var. Herkes sevecek değil ya sevmeyeni vardır illa ki. İçinde ne hazineler barındırıyor da yine de mütevazılığını elinden bırakmıyor. Hazine demişken öyle altınlar, paralar değil, onun yüreği zengin, içi gerçek hazine. Mesela bir göl ile arkadaş, sonra ulu bir çınarı var, ah nasıl seviyor onu! Hatta en yakın arkadaşı. Sonra çıkar en tepeden el sallar güneşe. En güzel gün batımı onundur çünkü. Göl ile güneş o an el ele verir ve iki arkadaşını izlemesi nasıl keyif verir ona, bilseniz! Bir de köprüsü var, iki yakayı birbirine bağlayan. İnsanlar geçtikçe yüreği havalanır. Ama yürek havalanması korkudan değil, heyecandandır. Her iki yakanın da ona ait güzellikleri görecek olmalarının heyecanı vardır yüreğinde. Kaleleri, kiliseleri, sahili, tepesi, sandalları çiçek, insanları daha da çiçek. Ne insanı hayvandan ayırır ne de hayvanı insandan. Ah bir de göçmen kuşlar geldiğinde görün siz heyecanını, her bahar mevsiminin başında leylekler tüm coşkuları ile gelirler adaya. Onda misafir baş tacı demektir. Öyle ya her mahallesine bir ev kondurmuştur onlar için. Leylekler ona dost oldukları gibi genelde balıkçılık yapan ada halkına da dost olmuştur. Sabahın ilk saatlerinde göle açılan balıkçılara yoldaşlık eden leylekler ilk nasiplerini çoktan alırlardı. Balıkçılar yakaladıkları balıklardan kayıklarına konan leyleklere de o günkü kısmetlerini verip gönderirlerdi. Bu durum onlar buradan göç edene kadar devam ederdi. Kış geliyor, misafirler gidiyor. O zaman bir hüzün sarar adayı. Kışın vermiş olduğu karamsarlık mıdır bilinmez, eski cıvıltılı hayat kısa süreliğine son bulur. Ama ne Gölyazı ne de insanlar bu eşsiz misafirleri beklemekten hiç sıkılmıyor. Dedik ya, burada misafir baş tacı demektir.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Öğretmen / Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version