Elvedaya İliştirilmiş Bir Tebrik

17 Görüntüleme
5 Dak. Okuma

SevgiliSayın… Eski Bir Dost’a;

İki kelimeye sığar mı yürekten gelen duygular? Ya da seni karşıma alıp oturtsam, gözlerime baksan sadece, sadece gözlerimize baksak birbirimizin, anlar mıyız dersin bazı şeyleri? Neleri mesela? Mesela bir zamanlar çok sevdiğimizi, çok sevip yaralarımızı sardığımızı, sevgimizle birbirimizdeki sevgisizliğin açtığı çocukluk yaralarımızı iyileştirdiğimizi…

İyi de biz bunları hiç konuşmadan anlayacak durumda olsaydık zaten ayrılmazdık ki…

Bazen “Onca yaşanmışlık ne içindi?” diye bir soru çıkıveriyor zihnimde aniden ortaya. Neden çıkıyor, bana eziyet olsun diye mi – ya da kendime ettiğim bir eziyet biçimi mi – bilemiyorum ama elimde değil, soruyorum, sormadan edemiyorum. Cevapsız sorulardan bu da diğerleri gibi kendi nezdimde, diğer sorularım gibi zihnimin duvarlarında her yankılanışında, sorunun cevapsızlık derecesinde işkenceye dönüşen bu dönence, anın akışını bile yavaşlatıyor. Yapış yapış peltenin içine düşmüş bir arının çaresizliğiyle uçmaya çalışıyorum beyhude bir uğraşla geleceğe doğru. Beni kendine hapseden bu düşünceler bir yanıt bulduğunda aydınlatıp ruhumu özgürleştirecekken, cevapsız kaldığı sürece tersine beni kendi içime daha da mahkûm ediyor.

Bir zamanlar – sanırım o zaman yaralarımızın tazeliğiyle birbirimize daha çok sığınmıştık – yaşadığımız sevgiye bakınca, şimdi nasıl olup da her şeyin değiştiğine hayret etmiyor değilim. Neydi olmayan diye düşünüyorum hâlâ, aradan yıllar geçmesine rağmen. Biliyor musun, benim açımdan olmayan pek bir şey yoktu aslında. Senin yanımda oluşun bile yeterdi her şeye rağmen. Ama bir şekilde ben sana yetemeyendim. Yetmeyen, yetersiz olan, ne kadınlık yapabilen ne de anne olabilen, yaratılışının gereğini bile yerine getiremeyecek kadar aciz bir dişi yaratıktım. Anne olamamam sana göre en büyük kusurumdu. Hayatta her şey sevmek değildi, sevgi karın doyurmadığı gibi çocuğu olamayacak bir kadına gökten çocuk da vermiyordu. Üstelik baba olma hakkın da vardı ve çok istiyordun bir – hatta bir sürü – çocuğun olsun, ama benden ama başkasından, yeter ki olsun. İlk başta buna çok kırılmıştım, ne yalan söyleyeyim. Bu “eksikliğimi” ilk öğrendiğimizde yıkılışın daha dün gibi gözümün önünde. Doktor yumurtalıklarımın kaliteli yumurta üretemediğini, rahmimin dışarı attığı bebekler-imiz-in başka bir açıklaması olmadığını söylediğinde yüzünün aldığı hâli, renginin attığını, o gün ve takip eden birkaç hafta boyunca yüzüme bakmaktan, aynı çatı altında karşıma çıkmaktan imtina ettiğini, beni sessizliğinle cezalandırdığın o günleri unutamadım. Sonrasında her türlü tedaviyi deneyecektik tabii: haplar, iğneler, hormonlar ve tıbbın sunabileceği imkânlar neyse, onları uygulamıştık yıllarca. Bitmek bilmeyen bir savaştı bütün yaptığımız, bunca çaba evimizi çocukların cıvıldadığı bir yuvaya çevirmek içindi. Ama bu savaş yalnızca bir huzuru, tamamıyla bir aileyi inşa etmek üzerine değildi; aynı zamanda birbirimizi tüketmek üzerineydi. İşe yaramayan her girişimden sonra iyileşmesi mümkün olmayan başka bir yara açılıyordu sevgimizde. Pes ettik sonunda ve sen… Sen artık dayanamıyor, senin hayalini kurduğun o huzurlu ve geniş ailenin gerçekleşmesine engel olan bana, benim değişmesi mümkün olmayan durumuma karşı açıkça nefretini gösteriyordun. Eksikliğimle ben yarım bir kadındım. Yaşın da geçiyordu tabii, daha fazla vakit kaybedemezdin. Kendince haklısın, sana kızmıyorum inan, hatta artık kırgın bile değilim – öyle miyim gerçekten? –

Şimdi o hep arzuladığın geniş aileye kavuşmuşsun sanırım. Hale’den duydum, üçüncü çocuğunu kucağına almışsın. Tebrik ederim seni, üçüncü kez baba oluşunu… İyi bir baba olacağından eminim, eminim sevilen, seven de bir eş oldun. Beni sorarsan… Boş ver beni, şu an senin babalığını kutlamalıyız. Zaten bu bir tebrik mektubuydu, nereden konu eskilere gitti bilemiyorum inan. Huzursuzluk yarattıysam üzgünüm.

Ne yazıyorsun Meltem! Hem yazıp da ne olacak zannediyorsun?! Bu zavallı cümlelerini okuyunca hâlâ yalnız olduğunu ve onu özlediğini düşünüp acıyacak sana belki de – yalan mı? – Yo hayır, bunu istemezsin değil mi? O halde at bu mektubu da diğerlerinin arasına. Sakla çekmecende veya hafızanın tozlu çöplüğünde. Hem zaten yine seninle dalga geçerdi; neymiş, her zaman çok fazla nostaljik ve romantikmişsin. Bu zamanda telefondan mesaj yollamak, mail yazmak veya aramak varken mektup yazmak da nereden çıkmışmış? Hem de özenli bir el yazısıyla, mum mühürlü, gül kokulu, ucu yanık mektupların artık geçmişe gömülmesi gerekmiyor muymuş?

Boş ver, hadi kalk! Hadi vur yine yollara, kaybol kaybolabildiğince ruhunun gizinde. Hadi kalk, kimseye acındırma kendini, gururunu ayaklar altına alma daha fazla!

Kırık dökük cümlelerimle birlikte gömdüğüm hayallerim, neşter olup kanatırken ruhumu, baktım yine uzun uzun sahildeki taşları döven hırçın dalgalara. Baktım uzun uzun ve aradığım teselliyi orada, o bembeyaz köpüklerde bulacağım hissine kapıldım. Kendimi bu hoyrat kucaklayışın kollarına bıraktım, zira uzun süredir kimseye sarılmamıştım…

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version