Gideceği Limanı Bilmeyen Kaptan

Nuran Erez Turan 86 Görüntüleme Yorum ekle
9 Dak. Okuma

Doğa her zaman canlı bir organizmanın içindeki yabancı cismi dışarı atmaya çalışırmış. Bunu okuduğum zaman aile veya grup zihninden “farklı olmanız halinde” dışlanabilirsiniz sonucuna ulaşmış oldum. Ayrıca psikoloji bölümü öğrencilerime bu konu üzerine öykü tadında bir yazı yazmaları için ödev verdim. Ve, “ilk hikaye benden çocuklar, rahat olun” dedim.

Ayşe evliliğinin ilk yıllarında yaz tatilini eşinin ailesinin yanında geçirmek zorunda kalıyordu. O yıllarda insanlar hakkında yeterli derecede bilgisi yoktu. İnsanlara merhametle iyi niyetle yaklaştıkça insanlar onu hafife alır, davranışsal sözel şiddete maruz kalırdı.

Aile bireyleri abartılı bir şekilde Ayşe’nin her yaptığı davranışa dikkat kesilir. Kusur bulma çabaları sonuç verdiğinde, altın madeni bulmuş gibi, gözleri neşe içinde pırıl pırıl parlardı.

Nedenini tam olarak bilemiyordu ama, insanlarla iyi geçinmek için çoğu zaman kendini boyun eğici davranışlar içinde bulurdu. Diğer yanı (gölge) şiddet ve öfke doluydu. Ayşe öfkesini tutmasını iyi bilirdi. Ve insanlara bu yanını göstermekten imtina ederdi. Kabul ve onay yoksunluğu, ona yabancı bir duygu değildi. Onda ne varsa, ona o yansıyor gibiydi. Yaz tatilleri onun için kısaca çok sıkıcıydı ve eşinin ailesine uyum sağlamakta zorluk çekiyordu. Ayşe’nin çevreyle görüşmesi de istenmiyordu.

Geçmişte yaşadıkları düşünülen olumsuz yaşam deneyimlerinin acısını Ayşe’den çıkarıyor gibilerdi. Hayvanlar aleminde doğal yaşamda en güçsüz olan avlanırmış.

Ayşe buraların yabancısı, buraların garibanı, buraların en zayıfı. Kolaylıkla yalan, dolan, iftiralara maruz kalabiliyor, eşinin ailesi ise bu durumu eğlence aracı gibi görüyor, kendilerince dalga geçip eğleniyorlardı. Ayşe insanlarla ilgili tecrübe sahibi olmakla birlikte insan doğasının karmaşık, vahşi, bilinmeyen yüzüyle de tanışmış oluyordu.

Çeşitli nedenlerle bastırdığı duygu düşünceleriyle kendi iç aleminde ayrıca hesaplaşıyordu. Karakteri, mizacı, kişiliği ve kimliğinin her anlamda sınandığını hissediyor, sınandığı her şeyin yavaş yavaş sahibi oluyordu.

Eşinin yaşadığı şeylere dair hiçbir fikri yoktu. Ona göre suçlu Ayşe idi ve ailesine kendini sevdirememişti. Rolünü iyi oynayamamıştı. Ailesi ise Ayşe’yi kendi düşüncelerine göre dizayn etmeye ve çevrelerine onun ne kadar basit ve alelade biri olduğunu ispatlamaya çalışıyorlardı.

Kısacası Ayşe’nin nasıl bir insan olduğu onların algılarıyla şekillensin istiyorlardı. Ayşe’nin dürüst, namuslu, temiz ve güvenilir biri olması onlar için bir şey ifade etmiyordu. Ayşe kim olduğuna karar vermezse, onun yerine başkaları onun kim olduğuna karar vermek üzereydi.

Tek seçeneği olduğunu düşündü Ayşe. Ona biçilen rolü kendi istediği yönde nasıl “en iyi şekilde yönetebilirim” seçeneği.

Ayşe kimsenin eline kaderini teslim etmeye niyetli değildi. Çıkış yolu aramaktaydı. Anlayacağınız Ayşe iç aleminden dışa yansıyan ve belli bir süre sonra ona geri dönen o fırtınalarla çokça sınanıyordu. İçi dertli, içi doluydu.

Yaşadığı duygusal, düşünsel, davranışsal şiddetin boyutuna dair hiçbir şeye eşini inandıramıyordu. Eşi ona hep olumlu ve iyi şeyleri düşünmesini tavsiye ediyor, her şey gibi, bu durumun da geçici olduğunu söylüyordu söylemesine de…

Ayşe bu insanlarla geçinmekte zorlanıyordu. Bir karar vermesi gerekiyordu. Onların değişmesini beklemek yerine, kendi karanlık yanlarıyla yüzleşebilirdi. Ve böylece acılara tutunan ilaç bağımlısı, depresif birine dönüşmekten kurtulabilirdi.

Yalan dolan, süslü lafları pek beceremeyen düz bir insanın içinde kopan fırtınalar dışında sessizlik hakimdi. Yüzleşmek istemediği öfkesi dizginlemesi zor, vahşi bir ata benziyordu. İçinden geçenler bir dile gelse, “bu dünyada bir dakika bile duramam” gibi hissediyordu. Yani söyleyemediklerinin haddi hesabı yoktu…

Sizin de öyle değil mi? Bir düşünün neler neler yutmuş, yalamışsınız, susturulmuşsunuz, konuşamaz hale getirilmişsiniz. Her şey her yerde söylenmez, öğrenmişsiniz…

Her şey her yerde söylenmez fakat bazı şeylerin de söylenmesi gerekiyorsa söylenmesi gerekir.

“Bu gün hesap günü canım benim, ben benle, bu gün hesap görmek istiyorum” dedi Ayşe. “Şöyle bakalım niye sabahki olaya sustun?” “Çünkü kayınvalidemle aramın daha fazla bozulmasından korktum, onun tepkisinin benim beklentimin üzerinde olacağından çekindim.

Ve işler iyice bozulursa, onlarla nasıl baş edebilirim diye çokça düşündüm. Ben bağırsam, çağırsam da, ağzımla kuş tutsam da bir şey olmuyorsa olmayacaktır.

Kimse benim gibi yabandan gelmiş biriyle anlamlı ilişkiler kurmak istemez. Çünkü öyle öğrenmişler. Ön yargılılar, bende iyi bir şey göremiyorlar.

Kendileri gibi biri değilim. ‘Kendim gibi biri karşıma çıksın’ sözünü bir yerde okumuştum.

Kendim gibi biri; iyi, kötü, güzel, çirkin, ahlaklı, ahlaksız değil, kendim gibi biri. Demek ki bende onları kızdıran bir parça var ve o sebeple istemediğim davranışları bana yapıyor olabilirler.

Ben onlara, saflığı, temizliği, iyi kalpli olmayı hatırlatıyor da olabilirim. Peki onlar bana neyi hatırlatıyor, değerli beni.

Olabilir mi? “Bir düşünmem lazım hiç böyle zor bir soruyla karşılaşmamıştım” dedi Ayşe, kendi içine dert ettiklerini kendine anlatmaya devam etti.

Eşimin annesi, kaba saba dedektif gibi, kusur bulucu, yetti mi yetmedi, en çok beni kızdıran tarafı, işime karışması, akıl öğretmeye çalışması, beni yok sayması, sanki ben hiçbir şey bilmiyorum. Biliyorum, hem de alasını biliyorum amma, kendime olan saygımdan susuyorum.

O günlerde pişman olduğum bir şey daha var. Bana haksızlık yapıldığında sakince konuşsaydım, ‘ben aptalım, ben salağım, ben beceriksizim, bunun için ne yapabilirim’ diyebilseydim, onları şaşırtsaydım, herkes üzerime gülseydi.

Yapamazdım. İçimden geçenleri söyleyebilmek için entelektüel bir seviyede olmam ve gölgemde ki öfkeli yanımı iyi kontrol etmem gerekirdi. Yoksa sonuçlarına katlanmak benim için zor olabilirdi. Sürekli bir böcek gibi ezmek isteniyordum. Temizce yıkadığım bulaşıklar yeniden yıkanıyor. Pişirdiğim yemekler çöpe atılıyordu. Pis olduğumu düşünüyor, tiksiniyorlardı. Bütün bunlar alenen değil benim göreceğim şekilde oluyordu.

Hiçbiri gerçek olmayan, kurgusal bireysel algıları bir kenara bırakıyorum. Bazen de unutmak istiyorum. Unutursam her şeyi ölüm aklıma geliyor, ölürsem her şeyi unutmuş olurum korkusu içimi sarıyor, yaşarsam mücadele edebilirim, nefes alıyorsam hala bir şeyleri düzeltmek için şansım var.

Ellerime, ayaklarıma vuruyorum sessizce, burada mısın; hatta kalkıp aynaya bakıyorum, kendimi taptaze canlı görünce inanıyorum, hangisi rüya, hangisi gerçek. Öteki alem nasıl bir yer, keşke gidip geri dönebilsem. Ölmemişim çok şükür.

Yaşam bazen çok anlamsız, boş geliyor. Beğenilmediğinizde, eleştiri aldığınızda kendinizi çok kötü hissediyorsunuz. Anlaşılmanın ne büyük nimet olduğunu düşünüyorsunuz. Varlık yokluğu, zenginlik fakirliği anlayamıyor. Kötü davranışlar, iyi davranışların hayalinde uyutuluyor. Olumsuzluklar hayata canlılık katıyor, gelişmeyi dönüşmeyi tetikliyor. Yani hiçbir duygu insanı memnun etmeye yetmiyor. Duygularımızla, düşüncelerimizle, davranışlarımızla her gün sınavdayız. İnsanlar birbirleriyle sınanmasaydı, dünya hayatının manası kalmazdı.

Kabul – onay ve anlaşılma ihtiyacımdan kaynaklı boşluğu doldurmak için eğitimler alıyorum. Beni yormayan, bana bir şeyler katacağına inandığım, insanlarla arkadaşlık kuruyorum.

Yaşadığım güçlükler karşısında takındığım dışa yansıyan içsel tavrım, hayatımın düzenini bozmadan, kendimi tüm sorunlardan dışsallaştırarak, sorunlarımı nesneleştirerek, yeniden bir duruş sergilemek.

Sorunların baş rol oyuncusu onların gözünde ben olsam da, bana yaşatmak istedikleri suçluluk duygusunu hiç bir zaman kabullenmedim, Onun yerine kendi inançlarımı gözden geçirmeye odaklandım.

Ayaklarımı yere sağlam bastım. Muhalif olmaktan, aykırı olmaktan korkmadım. Çünkü ben rüzgara karşı kanat çırparak yükseleceğime inandım. Yoksa rüzgarın yanında durarak olduğum yerde sayacaktım.

Birlikte iletişim halinde olduğum insanların problemleriyle ilişki kurma biçimlerini gözden geçirmelerini onların da evrensel doğrular konusunda farkındalık oluşturmasını isterdim.

Aile kurumuna duyduğum saygı için, benden o kadar çok bedel ödemem istendi ki…

Psikolojik savaş alanını terk ettim ve aile olmanın güzel yönlerine odaklandım. Olmasını istediğim şeyleri çokça düşündüm. Mükemmeliyetçiliğin insanın yaşamını zorlaştırdığını gördüm.

Her şey olması gerektiği gibi olmalı davranışımdan vazgeçtim. Bazen de bazı şeyler yolunda gitmiyor olabilir. Olmuyorsa ısrar etmedim. Hayat düz bir çizgide değil. Hayat inişli çıkışlı, yokuşlu, bazen de bir bataklık gibi beni sizi hepimizi içine çekebilecek manyetik bir güçle dolu. O nedenle gideceğim limanı iyi biliyordum.

İnsanların beni tanıyana kadar yaptıkları eziyetler beş altı yıl boyunca devam etti. Sonunda iyilik karşısında pes etmek zorunda kaldılar. İnsanın içindeki İblis yanı bir kez daha yenilmiş oldu. İnsan insana, insanın yüzleşmek istemediği karanlık yönüne aynalık yapar. İç sesinin gücünü harekete geçiren insan kişilik sahibi olur. Ve son olarak, gideceği limanı bilmeyen insana en kuvvetli rüzgar bile fayda etmez.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Danışman
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version