Hangi Dili Konuşuyoruz?

15 Görüntüleme
5 Dak. Okuma

Hangi dili konuştuğumuz, sorusu, yalnızca seslendirdiğimiz kelimelerle değil, o kelimeleri nasıl ürettiğimiz, nasıl aktardığımız ve hangi zihinsel süreçlerden geçirdiğimiz ile ilgilidir. Dil, kültürel bir beceridir. Bir dilin içinde yaşamak veya ona maruz kalmak o dili doğru, etkili ve bilinçli biçimde kullandığımız anlamına gelmez. Yani, Türkiye’de yaşamamız veya Türkçeye maruz kalmamız, Türkçeyi doğru ve etkili kullandığımız anlamına gelmiyor.

Dil, bilinçli bir öğrenme, özveri, estetik duyarlık ve kültürel devamlılık ister. Bugün özellikle genç kuşakların gündelik dil kullanımında belirgin bir dağınıklık gözlemleniyor. Sosyal medya, dijital platformlar, televizyon içerikleri ve izlenildiği anda tüketilen iletişim ortamları, Türkçenin estetik yapısını ve anlam derinliğini zayıflatan yeni bir “alışkanlık dili” oluşturmuş durumda. Bu durum konuşma üslubunu, kelime tercihini, düşünme düzenini ve ifade biçimlerini de etkiliyor.

Dil bilinci kendiliğinden oluşan bir edinim değildir. Kolektif bir birikim ve bilinçli sürdürmedir. Bunun için ailelerin, eğitim kurumlarının, medya kuruluşlarının ve kültürel aktörlerin dilin korunması ve nitelikli kullanımının yaygınlaştırılması konusunda güçlü bir çaba sergilemesi gerekir. Bugün, ne yazık ki bu alanlarda sistemli bir denetim, yönlendirme ve farkındalık çalışması göremiyoruz. Tabelalardan şarkı sözlerine, TV programlarından sosyal medyaya kadar geniş bir alanda dil, estetik kaygıdan uzak, kuralsız ve dağınık bir kullanım karşımıza çıkıyor. Bu durum yalnızca konuşma dilinde değil, yazılı ifade becerisinde de kendini gösteriyor. Genç kuşakların büyük bir kısmı, anlaşılır ve kurallı bir metin yazmakta zorlanıyor. Yazma becerisindeki zayıflama, birkaç yıl sonra çok daha derin bir probleme dönüşecek. Okuyabilen fakat yazmayı beceremeyen, düşüncelerini düzenli şekilde ifade edemeyen bir nesille karşı karşıya kalacağız.

Burada karşımıza yeni ve güçlü bir değişken çıkıyor: Yapay zekâ. Bu teknoloji, metin üretme, analiz etme ve içerik oluşturma konusunda gerçek zekayı aşan bir hız ve kapasiteye ulaşmış durumda. Üstelik gayet inandırıcı ve ikna olunan, insan üretimiyle ayırt edilemeyecek bir seviyede. Bugün akademik dünyada yapay zekâ tarafından üretilmiş metinlerle gerçek insan metinlerini, düşünce örgüsündeki tutarlılığı ayırt etmek neredeyse imkansızlaşıyor. Şiirden romana, müzikten filme, haberden köşe yazısına kadar birçok türde yapay zekâ kaynaklı üretimlerin baskın hale geldiğine hepimiz şahit oluyoruz. Sesi kullanmada ve müzikte geldiği seviyeyi hepimiz güncel olarak yaşıyoruz. Anlaşılan o ki, özgün düşüncenin yerini hazır içerik tüketimi alacak, belki özgür düşüncenin yerini de alacak. Yani, insan üretimi yok olacak, olsa bile değeri olmayacak.

Nesilden nesile gerçek iletişimle gelişen dil süreci de yapay gelişmelerle ve yönlendirmelerle devam edecek. Bu da toplumdan çıkma özelliğini kaybetmiş, yaşayan kültürle bağını koparmış yapay bir dil meydana getirecek. Bu nedenle ne yapıp edip Türkçenin geleceğini güvence altına almalıyız. Bunun için de yapay zekâ ile rekabet eden değil, onu doğru yönlendiren ve denetleyen bir yaklaşım benimsemeliyiz.

Geleceği öngören dil politikaları üretmeliyiz. Dil politikalarımızın çağın teknolojik gerçeklerini gözetmesini, Türkçenin hem dijital ortamlarda hem de klasik mecralarda güçlü şekilde temsil edilmesini sağlamamız gerekir. Çünkü, estetik ve kurallı Türkçe yok oluyor. Sosyal süreçlerle beslenen bir gelişim süreci yok artık dilimizin. Düşük farkındalıkla kullanılan melez, anlık tepki diliyle konuşulan, iletişim ihtiyacını gideremeyen dil haline geliyor, hatta geldi. Herkesin avamca konuşmasından bunu rahatlıkla gözlemleyebiliriz. İstanbul Türkçesi hakimiyetini kaybetmiş vaziyette. Standart bir konuşma biçimi kalmadı. Bilgiyle değil, duyguyla, mimiklerle, kısaltmalarla, şiveyle, argoyla konuşuluyor. Bu tip konuşmalar prim yapıyor, etkileşim alıyor, para kazandırıyor. Bu da demek oluyor ki; dilimizi sokak jargonu, ekonomik ve kişisel çıkarlar, kültürsüzlük, otokontrolsüzlük ve en mühimi de küresel platformlar şekillendiriyor. Bu, düşünceden yoksunluk demektir, kültürel aktarımın olmaması; toplumun ortak zemininin bozulması demektir, kırık, melez, hibrit bir dilin ortaya çıkması demektir.

Son birkaç yıldır Türkçemizin dil erozyonuyla yaşadığını, dil sığlaşmasına uğradığını kabul etmemiz gerekiyor. Bu durumsa, kimsenin umurunda değil. Dilden böyle kolayca vazgeçemeyiz. Gözümüzün önünde erimesine seyirci kalamayız. Dilimiz, binlerce yıllık kültürün taşıyıcısıdır. Hem köklerimizden hem de inancımızdan beslenerek gelmiştir. Bu dili korumak sadece akademisyenlerin, öğretmenlerin veya kurumların görevi değildir; toplumun tüm kesimlerinin ortak sorumluluğudur. Dil bilinci, estetik duyarlık, doğru kullanım alışkanlığı; dili konuşacak bireyi sokakta değil önce ailede yetiştirme, sonra bilimle eğitme bilinci ve farkındalığı olmadan Türkçenin geleceğini güvenceye almak mümkün değildir.

Türkçeyi korumak, yalnızca bir iletişim aracını korumak anlamına gelmez; düşünme biçimimizi, toplumsal hafızamızı, kültürel mirasımızı ve kimliğimizi korumak demektir. Eğer gerekli adımlar zamanında atılmazsa, yerini kuralsız, parçalı, kimliksiz ve kalıcı olmayan bir iletişim formuna bırakması riski vardır.

Ben çocuklarımın ve ilerde torunlarımın geçmişini ve kültürünü yansıtan gerçek Türkçeyi konuşmasını istiyorum, maruz kaldığı köksüz, ruhsuz, kimliksiz ve ne idüğü belirsiz bir dilin kırıntılarını değil.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version