Bir toplumda biriyle bir kahve içimlik sohbet ettiğimiz zaman bile, o kişi hakkında az çok bir fikir sahibi oluruz. “İyi” deriz, “kötü” deriz, “hoş” veya “katlanılmaz” deriz. Ya da daha önce tanıdığımız bir kişi ile o kahveyi oturup içtiğimizi düşünelim. Onun ile ilgili oluşturduğumuz birçok duyguyu da o masaya getirmişizdir. Ve onun söylediği sözleri, yaptığı hareketleri bizdeki o duyguya göre değerlendiririz. Seviyorsak söyledikleri hoş, haset edip kıskanıyor isek itici gelir. Zamanla ona sarf ettiğimiz sözler ve gösterdiğimiz davranışlar da objektif değil, kendi duygularımız ile yoğrulmuş olarak sergilenecektir. Bu durumda karşımızdaki kişi hakkındaki söz ve davranışlarımızın doğruluk payı ne kadardır, düşünülmesi gereken bir konudur.
Bu fikirden yola çıkarsak, bizler de etrafımızdaki insanların bizim için söylediklerini ne kadar önemsemeliyiz diye düşünmemiz gerekir. Bizim hakkımızda ne kadar fikir sahibiler? Tabii ki bizim anlattığımız kadar. Ve bizim anlattığımız, asıl olduğumuzun ne kadarı?
Bugün birisi bize “beceriksiz” der. Yarın diğeri çıkar “akılsız” der. Başka gün “tembel” der. Bunlara üzülmek, onların fikirlerini sahiplenmek, bunu yaparken de kendinde asıl olanı elinin tersiyle itmek demektir. Bunun yerine şunu deneyebiliriz: “O kişi benim hakkımda ne biliyor? Beni benden daha iyi tanıma olasılığı var mı? Hayır, yok. Beni daha iyi tanıyan iç sesim ne diyor? Evet, doğruları o daha iyi biliyor. O halde becerikli, akıllı, çalışkan olduğumu söyleyen iç sesimi öyle yükseltmeliyim ki onların sesini bastırsın.”
İşte bu şekilde kendi iç sesimizi yükselttiğimizde, dışarıdan bizim hakkımızda söylenen boş sözlerin sesi ve etkisi azalır. Yüksek çıkan ses ile yolumuza daha sağlam adımlarla devam ederiz.
Kimsenin sesinin yolumuza kılavuzluk etmesine izin vermeyelim. Çünkü doğru bilgiden doğru sesler çıkar. Kendi iç sesimizi yükseltip kılavuz edinelim…

