Kayıplarla Büyüyen İnsan

57 Görüntüleme
5 Dak. Okuma

Bir sabah kalkarsınız… ve hayatın o bildik, rahatlatıcı rutini yerini sağır edici bir boşluğa bırakmıştır. Fark edersiniz ki sizi siz yapan taşlar, kimliğinizin merkezindeki o kutsal direkler birer birer çekilmiştir. Kimi zaman bu giden kanınızdan, canınızdan bir insandır; kimi zaman uğruna yıllarınızı harcadığınız büyük bir hayal; kimi zaman ise tüm dünyayı anlamlandıran o sarsılmaz umut ve güven duygusu.

Dün geceki sizle bu sabahki siz arasına görünmez bir çizgi çekilir. Uyanırsınız ama içinizde bir şey yerinden oynamıştır; o küçük ve acı veren, ama aynı zamanda insanı dönüştüren boşluk. Bir bakarsınız ki sizi siz yapan ne varsa birer birer elinizden kayıp gitmiş.

Ardında kalan, sözcüklerin tükendiği, kalp atışınızın bile odadaki sessizliği bozduğu bir boşluktur. Bir an gelir; ne kahvenin kokusu, ne güneşin doğuşu, ne de aynadaki yansımanız… Hiçbir şeyin bir anlamı kalmaz. Sanki içeriden bir şalter inmiş, hayatın tüm elektriği kesilmiştir. Her şey soluk, bulanık ve eksiktir. İnsanı en çok yoran kaybın kendisi değildir aslında; onun bıraktığı yokluk çukurudur.

Birden fark edersiniz, bir zamanlar sizi tamamladığını sandığınız şeyler yoktur artık. Güneş yine doğar ama sizi ısıtmaz; kahvenin kokusu gelir ama size değmez; aynaya bakarsınız ama gördüğünüz yüz sanki yıllar önce tanıştığınız bir yabancının yüzüdür. Yaşamın ışığı hâlâ üzerinize vurur ama içinizdeki perde çoktan kapanmıştır. İnsanın yönünü şaşırması tam da böyle olur.

Biz zannederiz ki pusula hep kuzeyi gösterir. Oysa insanın iç pusulası kayıpla birlikte çıkar rayından. Döner durursunuz dünün alışkanlıklarıyla, bugünün sancısıyla, yarının belirsizliğiyle. Her dönüşte bir şey arar ama hiçbir şey bulamazsınız. Bir sandal gibi akıntıya kapılmışsınızdır; kürekler elinizdedir ama nereye gideceğiniz belli değildir. Pusulası alınmış bir denizci gibi döner durursunuz. Her yön boş, hiçbir kuzey size doğru yolu göstermez. Kimi gün duvara bakarak geçirilir; zaman geçmez, donar. Kimi gün gözyaşları sel olur ama bu sellerin aktığı yatak kurumaz; hiçbir şey düzelmez.

Bu anların en zorlayıcı yanı gidenin yokluğunu kabullenmek değildir. İnsan zamanla acıya da alışır. Asıl zorluk, onlarsız kim olduğunu yeniden öğrenme zorunluluğudur. Çünkü biz sevdiğimiz şeyleri kendimizle eşitledik. Onlar bizim anlamımız, merkezimiz, yönümüzdü.

Ancak sonra ne ağlama isteği, ne öfke, ne de keder kalır. Sadece soğuk, hareketsiz bir boşluk… Hissizlik, acının son hâlidir; ruhun kendini korumak için girdiği bir nevi kış uykusu, bir tür metanetli çöküştür. İşte o an insan kendini tamamen tükenmiş hisseder. Ama hayat dediğimiz şey insanı kendi küllerinden kaldırmakta ustadır. Ne zaman tükenmiş gibi hissetseniz, tam o anda bir yerlerde küçük bir kapı aralanır. Bir sabah, belki çok erken, belki kimsenin uyanmadığı bir sessizlikte… En karanlık gecenin sonunda bile göğsünüzün içinden size ait, çok sessiz bir fısıltı gelir.

İçinizden ince bir ses yükselir: “Ben hâlâ buradayım. Hâlâ nefes alıyorum. Henüz bitmedim.”

O cümle öyle güçlüdür ki dışarıdan biri duysa hafife alır; ama o fısıltı, yıkılmış bir şehrin orta yerindeki ilk tuğlaya benzer. Yıkıntının içinden uzanan küçük bir filizdir. Ve insan anlar: En sevdiği şeyler gitmiş olabilir ama kendi varlığı, kendi kıvılcımı, kendi direnci hâlâ oradadır. Bu bir uyanıştır. En sevdiğin şeyler seni bırakmış olsa da senin içindeki yaşam, yaşama enerjisi seni bırakmamıştır. Hayat ironik bir şekilde en büyük kayıplarla birlikte yeniden kurulur. Yıkılanın enkazından daha sağlam bir yapı inşa etme imkânı doğar. Yaşam, insanı en çok kaybettiklerinde büyütür; en sert derslerini de en çok acıttıklarında verir.

Sevdiğiniz biri gider; geride sızısını bıraktığını sanırsınız. Oysa size sevmeyi öğretmiştir.

Kurduğunuz bir hayal çöker; bunun sizi bitireceğini düşünürsünüz. Oysa size yeniden kurmanın bilgisini bırakır.

Umudunuz tükenir; karanlık sanırsınız. Meğer karanlık, insanın kendine inanmaya başladığı yerdir.

Bir gün aynaya baktığınızda artık o eski kişi değilsinizdir. Ama bu bir eksiklik değil, bir sadeleşmedir. Kaybettikleriniz sizi yıpratmamış; aksine rafine etmiştir. Artık daha güçlü, daha derin ve hayatın geçiciliğinin daha fazla farkında birisinizdir. Çünkü kayıplar insanı eksiltmez; aksine ağırlığını alır, özünü ortaya çıkarır. Gereksiz gürültüleri susturur, kalabalıkları uzaklaştırır, insanı kendine yaklaştırır.

Hayatla başa çıkmak hiçbir şeyi kaybetmemek değildir. Tam tersine, her kayıptan sonra o boşluğa bakıp “Peki şimdi ne inşa edeceğim?” sorusunu sorabilmek ve yeniden var olmayı öğrenmektir. Zira insan yalnızca sahip olduklarıyla değil, kaybettikten sonra yeniden ayağa kalkışıyla da tanımlanır. Ve bu belki de hayatın bize verdiği en büyük derstir.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version