Geçen ayki yazımda duyguların değil aklın rehberliğinde bir yaşam inşa etmemiz gerektiğini dile getirmiştim. Bu yazıda ise aklın ışığıyla aydınlanmanın, duyguları kontrol altına almanın, yani bir başka deyişle duygularla baş etmenin bilinçli yollarını tartışmak istiyorum. Zira üzerinde çokça düşünmemiz ve konuşmamız gereken bu yönümüzü daima göz ardı ettik.
Ben insanın bir iç dengeyle yaratıldığını düşünmekteyim. O iç dengeyi sağlayan akıldır. Akıl insanın vicdanını gün yüzüne çıkararak, insanın içindeki teraziyi açığa çıkarır. İnsan o terazide duygularını tartar ve aklın ışığında davranışlarına biçim verir. Duygular artık kontrol altındadır. Ve bu sayede insan ilkel benliğinin esaretinden kurtulur.
Peki, duyguları aklımızın kontrolünde nasıl tutabiliriz? Zira işin en zor yanı bu gözükmektedir. Bunu görmek için bazı duygulara bakalım: Mesela sevgi, öfke, korku, kıskançlık, utanç, coşku gibi… Keza bunların her biri hayatımızda bir işlev görür; lakin ölçüsüzleştiklerinde tehlikeli olur ve kötülüğün kaynağı haline gelebilir. Bu durumda insanı da yoldan saptırır. İşte tam da bu noktada aklın gücüne ihtiyaç duyarız. Aklın dizginlediği duygu, insana mertebelerin de kapısını açar.
Peki bunu başarmak mümkün mü? Öncelikle içimizdeki küçük çocuğu uyandırıp ona şimdiye kadar öğretilen yanlış yaşam biçimini ya da görmezden gelinen hatalarını görmesi gerektiğini hatırlatmak gerekmektedir. Bunlardan ilki de “duyguyu tanımayı ve kabul etmeyi” öğrenmemiş olma durumudur. O halde mertebeler 2 başlıklı yazımıza ilk adımı atalım:
Duyguyu Tanımak ve Kabul Etmek
Kendi farkındalığımızı edinmenin ve bu sayede mertebelerde yükselmenin ilk adımı, duyguları bastırmak değil, duygunun farkına varmaktır. Örneğin insanın korkusunu ele alalım. İnsan neden korkar? Korkuların birçok nedeni olabileceği gibi insanın kendi öfkesinden korkması durumu da vardır. Evet, insan kendisinden de korkar. Kimse öfkeli olduğunu kabul etmez hele de alt nedenlerine girmez bile. İnsan kıskanır fakat kıskandığını da kabul etmek istemez. İnsan kendini yakışıksız ve bayağı bir çizgide görmek istemez. Orada utanç vardır ve insan utandığında susar. İnsanın suskunluğu öfkesinin dışa vurumu ile patlak verir. Burada bir inkâr başlar. İçerdeki depremin dalgaları bir karşı savunmaya geçere, çeşitli psikolojik taktikler geliştirir. İşte burada akıl insanın içindeki kötülüğün krallığına hizmet etmeye başlar ve bilinçsizce kötülüğün kölesi olur. Bu durumda kötülük de aslında bilinçsizce yapılır. Buradaki bilinçsizlikten kasıt masumiyet değil; insanı bilinçli olarak alt benliğine hizmet eder, alt benlik ilkeleri bayağı ve basit olduğu için evrensel bir ahlakiliği kabul etmez; dolayısıyla insan bilinçsizce içindeki kötülüğün krallığına esir düşer. Burası Kura’n’ın tarif ettiği yerdir: Esfelesafilin, yani aşağıların aşağısı.
O halde yeniden insanın inkâr ettiği o duygu alanına geçelim. İnkar edilen duygu, insanın içinde küçük damlacıklarla birikir, büyür ve zamanı geldiğinde taşar. Bu noktaya gelmemek için çok basit adımları takip etmenin faydasını görebiliriz. Örneğin öfkelendiğimizde “Şu an öfkeliyim”, dışlandığımızda “Kendimi dışlanmış hissediyorum”, karşımızdakini kıskandığımızda “Şu an onu kıskanıyorum” diyebilmek bunu itiraf edebilmek insanı kemale ulaştıran, basit gördüğümüz fakat çok önemli bir durum olan, öz farkındalık şuurunu kazandırabilir.
Mertebeler 2’nin sonunu şu şekilde özetleyebiliriz: İnsanın kendine karşı dürüst olması, duygularını inkâr etmeden kendini bir aynada görmesi öz farkındalık bilincini edinmesini sağlayan önemli bir meziyettir. Bu meziyet bir beceri olarak insanı kemale erdiren bir anahtardır da aynı zamanda.
Kemale ermeye doğru açılan bu kapıda insan artık kendini görür ve tanır. Burada insanın kendini tanıma yolculuğu da başlamış olur ki bir ağacın köklerinin toprağın altında dallanıp budaklanması gibi insanın derinlikli yanını oluşturduğu gerçeği de çıkmaktadır karşımıza. İnsna bu vesileyle derinlikli yanlarını da görebilir. Varlığının nerelere kadar gittiğini araştırma konusu bambaşka yerlere götürmektedir. Burada yeniden duygularımızın farkındalığına dönmek zaruriyeti doğmaktadır. Zira bizim ilk adımımız bu yöndeydi.
İnsanın duygularını tanıyıp kabul etmesi, içsel olgunluğa ulaşmada son derece önemlidir. Duyguları tanımamak ise bastırmak demektir. Bastırma görmezden gelme ya da inkar etme ile kendini gösterir. Bastırılan her duygu, insanın kendi benliğine karşı kurduğu bir tuzaktır. Oysa duygu farkındalığı, yalnızca duyguları yönetebilmenin değil, aynı zamanda içsel özgürlükle aklın hâkimiyetini kurabilmenin de anahtarıdır. Karanlığın içinde kalmamak için önce neyle karşı karşıya olduğumuzu görmeli; içimizdeki fırtınaları adlandırarak onları yatıştırmayı öğrenmeliyiz. Bu ise bizi, esfelesâfilînden kurtararak kemale doğru yolculuğun ilk basamağına taşır.