Oltayla Güneşi Tutmak

Gülhan Özbay 38 Görüntüleme Yorum ekle
5 Dak. Okuma

Siyah mat zemine oturtulan altın rengi pencereler arasından bakan bir grup insan su yüzeyinde geride kalanlara el sallıyordu. Ayaklarına geçirdiği parmak arası terliklerle ak saçlı bir adam, iskelenin boşluğuna oltasıyla birlikte ayaklarını sarkıtmış onlara eşlik ediyordu. Geçen onca yılın sonunda hala kovasına tek bir balık bile atmamıştı. İçi su dolu kova sabahtan akşama kadar yüzeye buharlaşıyordu. Gün sonundaysa denizin suyuna dökülüyor, boş kova sahibiyle birlikte evin yolunu tutuyordu.

Yine oltasını iskeleden aşağı saldığı bir sabahtı. Bu sefer mavi, beyaz bir gemi yolcuları karşı kıyıya götürüyordu. El sallayanlar düne göre daha azdı. Zaten gün geçtikçe hep azalırdı. Bugün o da kendini yormadı. Elini, ayakları ve oltasıyla beraber aşağı saldı. Hasır şapkası başını güneşten korumaya yetmiyordu. Az sonra elinde dondurma dolaplarının yanına oturtulan kocaman bir şemsiyeyle hemen hemen onun yaşlarında bir kadın geldi. Bir şey söylemeden yanına oturdu ve kalın kapaklı kitabını açıp okumaya başladı. Davetsiz misafirden hoşlanmasa da şemsiyesine minnetinden sessiz kaldı. Yaklaşık bir saat kitap okuduktan sonra çantasından çıkardığı güneş kremini önce yüzüne ardından bileklerine sürdü. Tekrar hiçbir şey söylemeden yeni çevirdiği sayfayı okumaya koyuldu.

Ertesi gün aynı saatlerde şemsiyeyi de alıp gelmişti. Ama bu sefer yanında başka bir kitap vardı. Turkuaz rengindeki gemiye göz ucuyla baktıktan sonra okuma sessizliğine geri döndü. Güneş kremini dünden farklı hiçbir yere sürmedi. Gitme vakti geldiğinde şemsiyeyi indirip tek laf etmeden arkasını döndü.

Üçüncü gün ondan daha erken şemsiyeyi kurmuş yine farklı bir kitapla oturmuştu. Daha fazla dayanamadı ve sordu. ‘‘Neden şemsiyenizi benimle paylaşıyorsunuz?’’

Kadın gözlerini kısa bir süre sayfalardan ayırdı. Bugün beyaz kenarlı ince bir gözlük takmıştı. Gözlüğün çerçevesinden sarkan mor ipleri aralıklarla düğümlemişti. Zor duyulan ince bir ses, ‘‘Peki siz neden her gün buraya geliyorsunuz?’’ diye farklı bir soru yöneltti.

Afalladı. Sorguya tabii tutulacağını hiç düşünmemişti. ‘‘Niçin geleceğim? Balık tutmaya tabi.’’

Bu sefer kitabını tamamen kapattı. Halbuki ayracı iskelede kalmıştı. ‘‘Balık olmayan bir denizde balık tutmaya geldiniz. Her gün boş gelen kovayı yine boş bir şekilde sırtınıza yüklediniz.’’

‘‘Burada balık olmadığını bilmiyordum’’ diye yalan söyledi. ‘‘Yarından sonra bir daha gelmem.’’

‘‘Geleceksiniz.’’ Kendinden bu kadar emin konuşması onu sinirlendirmişti. ‘‘Henüz umduğunuzu bulamadınız.’’

Öfkeyle, ‘‘Ne saçmalıyorsunuz?’’ diye sitem etti. ‘‘Ne umuyormuşum? Hakkımda hiçbir şey bildiğiniz yok.’’

‘‘Bu üç gün de ne çok şey anlattınız oysaki.’’ Ona karşın sükunetle konuşuyordu. ‘‘Farkında değil misiniz?’’

‘‘Biz hiç konuşmadık ki?’’

‘‘Ruhlarımız sessizliğimizle konuştu. Ruhun dedi ki bana; balık olmayan denizde sabrımı, kaybolan yıllarımı arıyorum. Bir balık misali çırpınan özgürlüğümü yakalamaya çalışıyorum. Su dolu boş kovan dedi ki ruhuma; geçmişim bir su misali nefes aldığım havaya buharlaşıyor. Ben de bu suyu engin denizlere döküp geçmişimi boğuyorum. Sabah elimde taşıdığım boş kovama akşam yaşanmışlıkların yükü biniyor. Boş kovayı ancak sırtımda taşımaya gücüm yetiyor.’’

Deniz meltemi aralarına kara kedi gibi girip iki yabancı bedenin ve tanıdık iki ruhun gözlerini birbirine kilitledi. Yaşlı adamın mazisinin vücut bulmuş hali bir anda karşısına çıkmıştı. Kömür karası saçlarına aklar düşmüş, boncuk gözler yassılaşmıştı. Göz altı torbaları ceset torbalarını andırıyor, her torbanın arka yüzünde yüksek bir köprü yatıyordu.

‘‘Şemsiyelerle güneşten gizleniyorsun ama asıl ışıltını ay veriyor’’ dedi karşısında duran gençliğine bakarak. ‘‘Her gün farklı bir kitap okuyorsun ama her gün aynı sabaha uyanıyorsun. Güneş kremi beyaz tenini korusa da içindeki karanlığı açmaya yetmiyor.’’

Matem dolu bir özlem vardı havada. Tenlerine karışmış kokuların tanıdık siması geliyordu burunlarına.

‘‘Boş denizde balık tutmayı ne zaman bırakacaksın?’’

Oltasını hoyratça iskeleden aşağı sarkıttı ve ‘‘Aradığımı bulana dek’’ dedi.

‘‘Peki sen ne zaman güneşten kaçmayı bırakacaksın?’’

‘‘Bulunana dek.’’

Yaşlı gözler deniz suyuna karıştığında adam oltasını sudan çekti ve su dolu kovayı ayağıyla savurdu. Kovanın içinde büyüyen geçmiş, susuzluktan çırpınan balık gibi kıvranıyordu. Çok geçmeden de can verdiler. Gölge düşüren şemsiye sonsuza dek kapandığında güneş o sabah yalnızca iki insan için doğmuştu.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version