Korkuyoruz bitimlerden… Aynada, ailede, çevrede, güçte, dermanda doğduğumuzdan beri tek deneyimimiz bu oysaki. Çok kalabalık bir evde, kirli tabaklar değişse de mutfak tezgahının bulaşıkla dolu kalması gibi aslında hayatımızda sabit duran tek hakikat geçicilik… Belli ki geçiyor her şey deyip buna ikna edememek kendimizi. Akıl, ruh sağlığımıza kök söktüren, tepine tepine “Ben bunu istemiyorum!” diyen avaz içimde, neredensin, kimdensin, kimsin???
Bu iniltinin taşıttıklarını sözün, sazın, anlamın sırtına verince rahatladık biraz. Bu çığlığın sillelerini, tokatlarını fırça darbeleriyle aktardık kâğıda. Bu sesten korktuğumuz kadar geliştik bilimde, tıpta, felsefede, düşüncede, sanatta… Sonra inanç, düşünce, niyet eksenindeki habis oynamalarla ibre tersine döndü sanki. Modern insan bu sesi yok sayıyor; çabasının beyhudeliğini fark edemeyecek denli oyalıyor kendini hızla, hırsla, aşırı tüketimle; aslında “asılını” tükettiğini bilemeden…
Okkalı bir alışveriş bizimkisi: “Sen, hayatını daha da kolaylaştıran ürünlerimizden al; biz de sana muhtemel elinde patlayacak boşluk zamanının kolay hâli boş zamanı verelim.” Boşluk; eksikliğimizin, ölümlü olduğumuzun sürekli yankılandığı ruhsal çukur. Bir deli kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramazmış. Bir akıllı bu gayya kuyusu dolar umuduyla alıp alıp tükettiklerini içine atar, atar atmaz karanlığa karıştığını görünce derinliğini hesap edecek akıl bulamazmış. Ve tarihte hiçbir dönem, insanı bu denli kaçarken, boşlukla aynı kazanda bu denli uzun kaynamamış.
Tüketirken tükeniyoruz; tüm lezzetlerin iflahını kesecek sahihlikte tüketmezsek de tükeniyoruz. Bir elin parmakları kadardır evinde tamir görmüş ütü ya da kahve makinesi olan, küçülen kıyafetlere yeni sahipler arayan, sökülmüş eski kazak iplerini buhara tuttuktan sonra yeni bir örgüde kullanan… Bizlere göre nicelikten öte nitelik farkları fersah fersahtır bu insanların. Durumu kabullenişlerinin hayatlarına verdiği nur topu iç dinginlik… Dost yüzü seyreyleme ayrıcalığının verdiği geçiş üstünlüğü…
Hangi rüzgâr attı bu denli hızı hayatımıza? Zamanımızı, bu uğurda yel yeyip yelken kürek bölerken, bıçağın altında bin bir parçaya ayırdığımız kendimizdik, göremedik. İvedilikle sona ulaşırken, yolda göremediklerimizi kim dikiverecek gönlümüze, ufkumuza? İnsanın kendini kabuksuz yumurtlatması için ciddi bir nedeni olması gerek. Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişine yazılan “Her Canlı Ölümü Tadacaktır” ayetinden rahatsız olacak kadar başını kuma gömmenin…
Akrep ve yelkovan mütemadiyen kafamıza vura vura anlatmaya çalışsa da, eceli kavrayamamak adına adı çıkmış bir beden var elimizde. Ruh desen ne bezi, ne saçı, ne tarağı… Son ahvalimiz böyleyken Mevlana’nın “Can vermek Can’a ulaşmaktır, madenden niçin kaçayım; altın madenidir.” sözünü hangi modern mana cebine sığdırmaya razı olur ki?
Ölçülerimize uygun son bedeni kalan kıyafeti giyerken aslında severek giyebildiğimiz son kıyafet olabileceğini, tenceredeki son sarmanın yiyebileceğimiz son sarma, tepsideki son baklava diliminin damağımız içinde son dilim olabileceğini düşünmek acaba nasıl bir lezzet sunar kafa tasımıza…
Ölüm, doğumdan itibaren nefesimize serpilen baharat; insanda hâlihazırda bekleyen gücü, gizi ortaya çıkaran. Hayatımızın bozulmasını, kokmasını, çürümesini engelleyen katkı maddesi… Hayat ve ölüm, ikisi de gerçek, ikisi de geçici; işin essahı, ikisi de eşik…
Ulaşmak için dişimi tırnağıma taktığım, teheccüd namazlarında dua ettiğime, kavuşunca neden kırılıveriyor hayalim; hayalimin de başka bir hayali mi var, bilmediğim…
“Âşık öldü diye sela verirler.
Ölen hayvan durur, âşıklar ölmez.”
(Yunus Emre)

