Şeftali Bahçesinde Gece Ayazı

33 Görüntüleme
5 Dak. Okuma

Kıvrılmış perçemlerimde adı var ki derin
Ellerim kadere dokunan, kederle okunan ellerim…

Bütün mal varlığı, eski parayla servet, yeni parayla ancak iki kilo domates alacak kadar bir miktardı.

Köşkün değerli her şeyini ellerinden çıkarmıştı torunları. Bir tek büyükannesinin elleriyle yaptığı “şeftali bahçesinde gece ayazı” isimli tabloya dokundurtmamıştı. Hoş diğer antikaları için de kimse izin almamıştı ya. O maddi ve manevi değeri büyük tabloyu açlıktan öleceği günlerde bile satmamıştı ve ölene kadar satmayacaktı da.

Geçen aya kadar kızında kalıyordu. Bir gece yarısı hayatının anlamını kaybetmenin hayatını kaybetmekten daha acı verici olduğunu anladığı o gece kendisiyle konuşmuş ve karar vermişti yalnız da olsa evinde kalan ömrünü geçirmeye.

“Uyunmuyor. Herkese romatizma ağrıları uyutmuyor diye yalan söylüyorum. Ama uyuyamıyorum.

Yıllar akıp giderken neredeydim ben. Kendimle bir mağazanın vitrinine öylesine bakarken göz göze geldiğimde, yani dün tanışmış gibiyim. Şairin “benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?” dediği yerdeyim. Şairle buluşma vaktim belki yarın, belki yarından da yakın.

Çocuktum bende. Hatta minicik bir bebek.

Ehhh… Neyse ne!

Hüzünlü değilim ulan değilim. Kendime acımamı bekleyen gözlerinizi yanıltacağım ey insanlar! Yarından tezi yok fitbol müsabakasına gideceğim. Ne yani olmaz mı? Olur, efendim olur.

Oradan at binmeye oradan bowling oynamaya. El âlem mi ne der? El âlem putunu helva yaptım mideye indirdim!

Sahi neden sabahı bekliyorum ki? İşte şimdi, şu an beni tutan ne?

Kalk delikanlı kalk. Çoraplarını giy. Yeleğimi de giydim mi tamam. Rahmetli olsa bırakmazdı şimdi beni. Rahmetli bırakmasaydı beni, gitmezdi. Ama rahmetli olmasa da bırakmazdı Allah için. Aman neyse ne!

Kapıyı yavaş açmam gerek. Mükerrem uyanmasın. Bırrr! Hava da buz gibiymiş.

“Baba bu saatte nereye gidiyorsun?”

“Tüh yakalandık! Şey şey, ben tuvaletin kapısını şaşırdım galiba!”

Diyerek tıpış tıpış odaya dönerken kızının kocasına “yarından tezi yok babamı doktora götürüyoruz. Kesin alzahimer oldu bu adam!” dediğini duymuştu.

Ertesi gün Mükerrem’den “evimde öleceğim” diyerek ayrılmış, bu rutubetli hatıraların içine, yalnız hayatına dönmüştü.

Her gün daha gerilere gidiyordu daha geçmişe. Çocukluğunda dedesinin elinden tutup onu mahalle bakkalına götürdüğü, cam kavanozlarında ışıl ışıl onu bekleyen akide şekerlerinden almak için sabırsızlandığı günlere. Yeniköy’den Sarıyer’e indiği, yüzdüğü günlere gidiyordu. İstinye’den balık ekmek yediği günler de zihin hanesine sıcağı gören kedi gibi kurulmuş didiklenmeyi bekleyen anılar arasında bekliyordu. Hatırlamak tek işiydi artık. Sabah hatırlamak ile başlamak güne. Akşam hatırlamakla uyumak. Ne tuhaf şeydi hatırlamak. Hatırlamak ne iyi bir ev sahibiydi hiç gocunmayan. Hemen gitmesin diye misafiri, habire sofraya yeni ve güzel sunumlu yemekler taşıyan. Hatırlamak, unutmanın önünde geniş bir ova gibi duruyor. Tam unutmuşken mesela, pusuda bekleyen düşman askeri gibi bir anı tüfeğiyle ruhunu ikiye bölen. Hatırlamak. Kendine görev edindiği bu işkembe deşiciliği görevini zevkle yapan memur. “Hatırlamanın da canı cehennemee! İstediklerimi unutuyor, istemediklerimi hatırlıyorum ulan! Bu ne bee!”

Yorgun ya da hasta değilim. Beni rahat bırakıııınnn!”

Bunlar ölmeden evvelki son satırlarıydı.

Hiçbir zaman ünlü bir yazar olamamıştı. Devrinin ünlü yazarlarının takıldığı küllük kahvesine gider o günlerde çok revaçta olan yazarların muhabbetlerini dinler feyz alırmış.

Birkaç gün sonra içinde donuk ve hazin anıların bulunduğu odaya da veda etti. Torunlarının gözleri leş kargaları gibi üşüştü fevkalade tablonun üzerine.

Nedim karısının kulağına eğildi duyulmayacağından emin “Artık o çok istediğin arabayı alırız kuzum.”

Lale-içinden geçiriyordu. Çok istediği butiği açması hayal değildi artık.

Ve diğer torunlar planlarını akıllarından geçirirken ağızlarından akan salyaların görünmediğinden emindiler.

Tabloyu müzayedeci Memduh beye götürdüler. Bedelini öğrendikten sonra hayallerini büyüteceklerine dair planları hazır beklediler.

Memduh Bey yılların antikacısıydı. Ayrıca iyi de bir tablo koleksiyoncusu. Tek gözlüğünü taktı. İleri geri tabloya doğru bir iki defa eğildi. Meraklı gözlerle bekleyen torun müsveddelerine baktı. Sonra tekrar tabloya. Ve meraktan ağzının içine bakan torunlara döndü;

“Bu tablo röprodüksiyon.”

Torunlar bembeyaz suratlarıyla şaşkın şaşkın bakarken, elden çıkarılan şiltenin içinden, tablonun çerçeveden çıkarılmış asıl haliyle bir not buldu eskici.

“Bunu alan eskici beyefendi. Bunu sat, kendine bir ev al. Helali hoş olsun.”

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Eğitmen / Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version