Seviyorum dedi insan bir kazak aldı. Çünkü güzel gösteriyordu onu. Aylarca giydi. Giydikçe eski dokusu kalmadı kazağın. Yıpranmasa da belliydi yeni alınmadığı. Artık o insan gibi kokuyor ve onun vücuduna göre kırışıklıkları vardı. En çok onun olduğu zamanda artık o insan onu giymekten sıkıldı. Bir sürü yeni kıyafetin yanında yakışmıyordu ona. Daha iyisini hak ediyordu elbette.
Sonra o insan bir gün bir araba aldı, bir kalem, defter, ayakkabı, bir saksıda çiçek ve hatta bir muhabbet kuşu da aldı. Hepsini de sevmişti. Fakat arabanın modeli eski kaldı, kalem küçüldü, defter tükendi, ayakkabı yıprandı, çiçek hep ilgi ve bakım istedi ve nihayetinde zamansızlıktan soldu, muhabbet kuşu da kafeste yaşamaktan bunaldı ve o insan onu da başkasına verdi.
Yanlış anlaşılmasın, konu kadın ya da erkek olmadı hiçbir zaman. İnsan tabiatı gereği her şeyi ve herkesi sadece kendisi için sevdi. Onsuz yaşayamam dediğine bile bir hastalık isabet etse “Ben, sensiz ne yapacağım?” diye feryat etti. Kendisinde uyandırdığı hislere bağımlıydı çünkü. O yanındayken içinde uyandırdıklarını, birlikte paylaştığı her şeyin kendisini dönüştürdüğü kişiyi seviyordu.
Çevremizdekilere bakmalı önce ve hatta sonra da kendimize. İnsan denilen sevmeyi ne zannediyor acaba? En çok bir alışveriş yerine koyuyoruz bence. Verdiğimiz kadar almamız gerekiyor. Sonra başlıyoruz “Vay, sana verdiğim emeklere!” diye. Evladımız bile olsa canımızı yaktığı kadar karşımıza alıp yüreğini dolduruyoruz. “O kadar sana emek verdim, beni gururlandırman gerek,” diye başlıyor bazı azarlarımız.
Anne baban bile olsa borç haznesinin ibresine takılıyor yine gönüllerimiz. Arkadaşlarımız, eşimiz, evcil hayvanımız ve hatta yaratıcımıza bile. Evet, o kadar ibadet ettim ben de niye bana vermiyorsun dualarımın karşılığını diye. En çok da o zaman anlıyoruz insanın bencilce sevgisinin gerçek sevginin ucuz bir taklitlinden öte bir şey olamadığını.
En çok da birbirimizi severken hırpalıyoruz. En büyük sınavı insana insandan geliyor. Çünkü düşük bütçeli filmler gibi ilişkilerimiz. Duyguların görüntüsü net değil ve çıkan sorunlara bulunan mazeretler yapmacık. Mücadele edilesi değil hiçbir yürek. Sadece bedenler arası kıvılcım ölçer var ellerde. Uyuşturucusu bağımlısı gibi tutkuya ve hazza bağımlı ama mutluluk sanıyoruz onu da. Karşısındakine karşı duygularını da sevgi… O da en iyi niyetlisinde.
Bir de kadın ve erkeğin ayrı noktalarda arızaları var. Mesela erkek aldıkça doyuma ulaşıyor. İçindeki avcı içgüdüleri tamtam dansı yapıyor adeta. Kadının eteğindeki ilişki adına ne varsa verebileceği hepsini fondipleyip elinin tersiyle siliyor yüzüne bulaşan kısmını da. Sonrası kaldırıp bakışlarını ufka dikiyor. En masumu ise üçlü kanepede reelslere çöküyor. İki arada birçok derecede yaşayıp gidiyorlar öyle.
Kadının arızası fıtri değil ama. O sonradan kullanım hatasından doğuyor çoğu zaman. Doyumsuz ve ben merkezci yetiştiriliş bir karakter olarak yerleşince içine, her yerde sömüren kadına dönüştürüyor onu. Çünkü en iyisine layık olan oyken, neden bir ilişki için kendisinden bir şeyler versin ki? İlişkiler oysa tahterevalli gibidir. Denge yoksa bir ilişkiden bile söz edemeyiz.
Hepimiz sevgiye layık ve muhtaç olduğumuz tartışmasız tek gerçeğimizdir. Ancak bizim hayal ettiğimiz anlamda gerçek sevginin, bir tek Allah’ta olduğunu çok zor anlarız. Bilsek bile talebimiz bitmez. Kendimizi kusursuz seviyor zannederiz. Sonuç olarak geçen yıllar ve “Asla seni üzmeyeceğim,” gibi yanlış alarmlar sayesinde öğreniriz: Hiçbir zaman gerçekten sevilmediğimizi.
Kimse gerçek manada sevemiyorken peki biz kimi yargılıyoruz? Aslında birazcık su serpmek öncelikli niyetimiz. Herkes karşısındakinde kendisini seviyor; kendisi için, en az verdiği kadar, her şeye rağmen sevilmeyi de istiyor. Bir tek Allah seni senin için seviyor. Senden istediği her şey senin ihtiyacın olanlar. Sen daha vermeden ayağına varlık alemini sermişken, üstüne kulluğun senin mutluluğun için olduğunu öğrenmen de zaman alabiliyor.
Bir tek O varken neden diyorsun sonra. Neden insanları seveyim ve karışayım içlerine? Sorular doğru cevapları kovalamaya başlıyor bu noktada. Bir kabı boşaltmadan içini dolduramadığın gibi önce kıra kıra boşaltıyorlar tüm sevgileri içinden. Sonra Allah’a yaklaşıyorsun yana yakıla. Gönül sızısını bir davetiye gibi gönderdiğini anlıyorsun sonra. O’nu tanıdıkça sevmeyi öğreniyorsun. Ancak o zaman dünyada olabilecek en temiz sevgiyi yeşertebiliyorsun içinde.
Allah’ın ne kadar kusursuz olduğunu gördükçe insanların kusurlarını daha iyi ayırt ediyorsun, hoş görüyorsun, kabul ediyorsun. Bir noktadan sonra hiçbir şeyi şahsileştirmiyorsun. İşte bu ruhunun sağlık belirtisi oluyor ve insan olma yolunda iyileşiyorsun. Gönlüne damsız girilmeyen bir mekâna dönüşüyor zamanla. O’nun hatırına sevip, en çok O’nu sevince dengeye ulaşıyorsun. Sevmek de nedir ki deme? Sevmek üzerine kurulmuş cümle varlık alemi. Sevmeseydi ne sen olurdun ne de seven bir kalbin? Her şeyin varlık sebebiyken en büyük nimettir desek çok mu olur? Ya da sevmek bir anahtardır desek, doğru kapıyı açınca anlar mısın ne büyük nimet olduğunu?