Arka Bahçedeki Çocuk Mezarlığı

Ömer Özen 48 Görüntüleme Yorum ekle
7 Dak. Okuma

En baştan söyleyeyim gündemle ilgili bir konu değil…

Ama başlık gündeme çok uyuyor gibi. O zaman ben de birkaç satır yazarak üstüme düşeni yapmış gibi yapayım. Yani neredeyse hiç araştırmadan yaptığımızı sandığımız boykotlarda olduğu gibi.

Dünyanın gördüğü en büyük askerlerden ebedi liderimiz Atatürk’ün “Ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir!” sözü ile başlayalım. Ama biliyoruz ki savaşın bile yazılı ve yazılı olmayan kuralları ve bir namusu vardır ki bugünlerde bundan bahsedemiyoruz.

Bence daha da acı olanı şudur ki biz bir yandan medeniyetin ve teknolojinin geliştiğini sanıyorduk. Gerçi yine en büyük bilim adamlarından Einstein “Dünyada bir tek çocuk bile mutsuzsa, büyük icatlar ve ilerlemelerin hiçbir anlamı yoktur” diyerek bizi uyarmaya çalışmıştı. Yani en azından dünyada bir şekilde adaletin, eşitliğin, insan haklarının varlığının olduğundan şüphemiz yoktu. Ama işte onlar hep bizi karşıladıkları evlerinin ön bahçesiymiş. Oysa şimdi koca koca devletler, kuruluşlar, oluşumlar ve herkesin doğru diye satmaya çalıştığı görüntülerin olduğu sosyal medya varken bile bu ayıp devam ediyorsa bu dünyanın bir de arka bahçesi olduğunu anlıyoruz ve tabii ki bu arka bahçe de bir çocuk mezarlığı… Oysa biz bunun artık dünya savaşları bittiğinde bittiğini sanıyorduk. Ya da en geç Srebrenitsa’da bittiğini düşünmüştük… Öyle değilmiş…

Artık romanıma geçecek olursak, bu romanın da çıkış noktası “Son Bir Yaz Aşkı”nda olduğu gibi eskiden yazdığım bir şiirdi. Ama şiir biraz daha bir ilişki içindeki hayal kırıklıklarından bahsediyordu. Birden aklıma düşen fikri paylaştığım herkesin heyecanlanması üzerine hemen yazmaya başladım. Birçok romanımın aksine bu romanın konusu çok daha ciddi bir konu olacaktı. Bugünlerin olmasa bile birçok dünün ve maalesef ki yarının gündemi olacak “kadına şiddet”. Tabii ki bunu açık açık değil de sembolize ederek vermek çok daha bana uygun geldi. Hatta romanın içinde neredeyse hiçbir fiziksel şiddet sahnesi yer almadan bunu en şiddetli şekilde anlatmaya çalıştım.

Hadi biraz romanın içine girelim mi?

Romanımızın ana karakteri Işıl çalan kapının sesi ile eşinin yanında değil de salondaki koltuktan doğrularak kalkar. Kapıda bir çocuk durmaktadır ve annesinin çok acelesi olduğu için gelemediğini ama zaten telefonda konuştuklarını ve bugün kendisine bakacağını söylediğini iletir. Aslında Işıl böyle bir konuşma hatırlamıyordur. Hatta neredeyse hiç komşularının olmadığı mahallede bu çocuğu da ilk defa görmüştür. Yani büyük ihtimalle annesini de tanımıyordur. Ama kapıda gözlerinin içine balkan bir çocuk vardır.

Böylece çocuğu içeri alan Işıl önce kahvaltı hazırlar ve onu tanımaya çalışır. Daha sonra kendisi gibi çocuğun da aslında resim yapmayı çok sevdiğini öğrenince bir kenara kaldırdığı şövaleleri depodan çıkarır ve beraber resim yapmaya başlarlar.

Bu arada akşam saatleri gelmesine rağmen çocuğun ailesi ne gelmiştir ne de bir haber vermiştir. Kendisi her ne kadar tedirgin olsa da çocuğa hissettirmemeye çalışır. Saat biraz daha geçince çocuğun ailesi gelmese de İnci’nin eşi gelir. İnci müthiş bir neşeyle kapıyı açar ama eşi çocuğu görmezden gelerek onunla tartışmaya başlar. Hatta tartışmalarının zirve noktasında şövaleleri yıkıp dökerken çocuğa da zarar vererek evden çıkıp gider. Işıl koşarak çocuğun başına geldiğinde çocuğun hayatını kaybettiğini görür ve dünyası başına yıkılır.

Girdiği uzunca şoktan çıktığında ise teslim olmak yerine çocuğu arka bahçeye gömerek hayatına devam edebildiği kadar etmeye karar verir.

İşte romanın bir bölümü özetle bu şekilde bitiyor. Sonrasında Işıl’ın uyandığı yerler gittikçe daralıyor. Gelen diğer çocukların üzerine daha fazla titremesine rağmen sonuç değişmiyor ve arka bahçedeki çocuk mezarlığı büyüyor.

Sonu mu? O da gerçekten heyecanlanan okurlar için şimdilik bende kalsın…

Şimdi de yine konuyu kendimize çevirelim. Sizin de hayatınızın belli dönemlerinizde gözünüzün içine bakan tatlı bir çocuk gibi kalbinizi ısıtan hevesler kapınızda belirdi mi? Peki, o çocuğa ne yaptınız? En azından bir kahvaltı hazırladınız mı? Gidip tozlu müştemilatlarınızı onun için karıştırdınız mı? Her türlü engeli kaldırıp ona baş başa geçireceğiniz bir zaman tanıdınız mı?

Şimdi daha önemli sorulara geçelim! Peki, eğri oturup doğru konuşalım, siz mi yaptınız? Yani siz mi öldürdünüz? Belki çok yorgun olduğunuz için üşenerek ve terk ederek yalnızlıktan mı öldürdünüz? Yoksa öncelikleriniz değişti ve ona ayıracak zamanınız mı kalmadı? Şimdi kendinize itiraf ettiyseniz en azından kendinizle barışıksınız demektir.

Çok daha önemli bir soruya geçiyorum! Siz onun yaşaması için elinizden geleni ve hatta fazlasını yaparken başka birisi mi gelip o hevesinizin canına kıydı? Şimdi düşünüp de bunu yapan birini bulduysanız yavaşça bunun onun tek vukuatı olmadığını da fark ediyorsunuz! Peki, siz bu heveslerinizin cesedi ile ne yaptınız? Gidip herhangi birine şikayet ettiniz mi? Eğer şikayet ettiyseniz ettiğiniz kişiler sizi dikkate aldı mı? Yoksa siz de hayatınıza devam etmek için arka bahçenize bir mezar daha kazıp ön bahçenizdeki çiçekleri mi sulamaya mı gittiniz?

Ve şimdi belki de en önemli soruya geçelim! Bu katil hala hayatınızda mı? Hala umarsız davranışlarla bilerek veya bilmeyerek hevesleriniz katlediyor mu? Eğer bu son sorulara “evet” cevabını verdiyseniz hala şiddete uğruyorsunuz demektir. Evet, size elini kaldırmıyor olabilir, hatta zaman zaman size gerçekten destek bile veriyor olabilir. “Şiddet” deyince illa fiziksel olması gerekmiyor. Hatta belki de hiç anlamadan ruhunuza aldığınız yaraların iyileşmesi çok daha sancılı ve zor olacaktır. Buna gerçekten gerek var mı?

Zaten etrafımızda en fazla birkaç kişi ile hayatımızı sürdürüyoruz. Bu kişilerin arasında gerçekten ama gerçekten de bu insan olmak zorunda mı? Eğer mümkünse hayatınızdan çıkarmanın zamanı gelmedi mi? Belki de yara bandını çıkartır gibi acı verici de olsa tek bir hamle ile… Belki de yavaş yavaş ama sabrederek… Eğer bu mümkün değilse ki olmama ihtimali de çok yüksek, en azından artık aranıza bir mesafe koymanın zamanı gelmedi mi?

Evet, belki de hepimiz müstakil bir ev gibiyiz. Belki de birçoğumuzun da göz alıcı ön bahçeleri var. Ama her ev iyi kötü temeller üzerine kurulur ve bir gün arka bahçenizdeki mezarlık dolup taşarsa evimiz temelden sarsılacaktır.

Artık o içinizdeki çocukları tutsak tuttuğunuz duvarları yıkmanız ve evlerinizin neşeli çocuk cıvıltıları ile dolması dileklerimle!…

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Ömer Özen
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version