Bu Toprağın İnsanları

Yücel İnegöllü 41 Görüntüleme Yorum ekle
15 Dak. Okuma

Gecenin sessizliğini yırtan ürpertici çığlığıyla rüzgâr olanca gücüyle esiyordu. Üstelik bıçak kadar keskin dondurucu bir soğukluğu vardı. Zavallı kar tanecikleri rüzgârın bu öfkesiyle nereye gittikleri bilemeden istemsiz sağa sola savruluyorlardı. Yoğun kar yağışı yerini tipiye bırakmıştı. Yer yer karla kaplı yalçın kayalıkların boy gösterdiği dağın eteklerindeki bu küçücük köyde adeta hayat durmuştu. Arada bir kurt ulumaları sessizliği bozuyor, köpeklerin tehditkâr havlamaları, hırçın ve öfkeli rüzgârın çığlıkları arasında yok olup gidiyordu. Köy içinde birkaç toprak damın küçücük pencerelerinden zayıf sarı ışıklar belli belirsiz seçiliyordu. Her kar yağışında civar köylerle birlikte tüm bölgenin elektrikleri kesilir bölge kaderine terk edilirdi. Kar yağışı bittikten sonra güneş gülen yüzünü gösterince ekipler hat boyunca araştırma yapar, arızalar saptanır ve onarırlardı. Bu bazen on beş yirmi günü de bulabiliyordu. Yöre insanları kış gelince çok zor koşullarda yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlardı. İşte yine üç gündür elektrik yoktu ve çok sert kış koşulları ile mücadele etmek zorundaydılar. Tipi de yolları kapatmış ulaşım daha doğrusu hayat felç olmuş gibiydi. Yöre halkı kaderleriyle baş başaydılar artık. Yaşamlarını sürdürdükleri toprak evlerin damları kar yağınca; odaların su damlamasın, toprak damlar gevşeyip çökmesin diye zamanlı zamansız kar küreme kürekleri ile damları temizler loğ taşı ile de dam toprağını sıkıştırırlardı. O yüzden evlerin önünde çevresinde öbek, öbek kar yığınları oluşurdu. Gece epeyce yol almış sabaha yaklaşmıştı ama aynı avludaki üç evin cılız ışıkları hiç sönmemişti. Haydar damı kürümüş toprağı bir güzel loğlamıştı. Dikkatli adımlarla damdan indi. Eşi Keziban’ın yanına usulca sokulmuştu. Keziban yedi aylık hamileydi. Baharın gelişiyle yeni yavrusuna kavuşacak onlar iki baharı bir arada yaşayacaklardı. Kız olursa adını Bahar koymayı kararlaştırmışlardı. Tabii ki büyükleri onay verirse. Erkek olursa isim belirlememişler töre gereği büyükler ne ad koyarlarsa kabul edeceklerdi. Töre böyleydi ve kimse töreye karşı gelemezdi. Keziban Haydar’ın geldiğini anlayınca “Haydar, Allah hayır etsin, içimde tuhaf bir sıkıntı var. Şimdiye kadar hiç böyle hissetmemiştim. Bir türlü uyku tutmuyor. Vallahi saydığım koyunların sayısını unuttum.” Haydar “Gülom, yeni bebemiz olacak, bahara az kaldı. O yüzdendir. Rahat tut içini. Düşünme fazla olur mu? Bak ben yanındayım. Haydi kapat gözlerini uyumaya çalış.” diyerek eşine sarıldı. Saçlarını koklayıp, sevgi dolu bir öpücük kondurdu. Odanın diğer tarafında boy, boy yedi çocuk yün yer yataklarında yün yorganlarına sarılmış mışıl mışıl uyuyordu. Haydar uzun boylu yapılı, güçlü kuvvetli bir babayiğitti. Kırklı yaşların henüz başındaydı. Zor koşullarla orta okulu bitirmiş, çok istemesine karşın liseyi okuyamamıştı. Elinden her iş gelirdi. Yazın büyük şehirlerde soğuk demirci, kalıpçı, duvar ustalığı gibi inşaat işçiliği yaparak kazandığı paralarla kışın köyde yaşamını sürdürmekteydi. Keziban da İlkokul arkadaşıydı. Aynı sınıfta beş yıl birlikte okumuşlardı. O günlerden bu yana Keziban’a Gülom derdi Haydar. Töre Keziban’ın okumasına engel olmuş. Erkenden serpilmiş uzun boylu esmerce siyah saçlı çok güzel bir kız oluvermişti. Çocukluktan bu yana birbirlerini koruyup kollayan gençler büyüklerin onayı ile evlenmişlerdi. Askere gitmeden iki erkek çocukları olmuştu. Haydar çocuklarına şefkatle baktı. “Allah’ım çocuklarımızı bize bağışla.” dedi ve gözlerini kapadı. Rüzgârın çığlığı ve tipi devam ediyordu.

Sabah ezanı vaktiydi. Keziban çok şiddetli bir ağrıyla çığlık atarak uyandı. Eşinin sesiyle Haydar yerinden sıçradı. Uykulu gözleri şaşkın ve endişeliydi. Yataktan doğruldu. Keziban’a yönelerek “Gülom neyin var? ne oldu sana?” Hala kendine gelmiş değildi Haydar. Keziban “Kasıklarımda çok şiddetli bir sancıyla yerimden sıçradım. Canım çok yanıyor.” diyebildi ağlamaklı bir ses tonuyla. Haydar “Dur hele Gülom Anama haber vereyim. Bir de o baksın bakalım.” diyerek ayaklandı. Tipi ve ayaz devam ediyordu. Soğuk Haydar’ın içine işlese de avlunun başındaki baba ocağına zor attı kendini. Kapıyı kuvvetlice ve telaşla çalmaya başladı. Bir yandan da “Ana. Ana yetiş. Gülom’a bir şeyler oldu. Tez açın kapıyı.” diye bağırıyordu. Rüzgârın uğultusu sesini bastırıyordu. Yıllara meydan okuyan tahta kapıyı kuvvetlice yumruklamaya başladı. Babası uyanmıştı nihayet. “Hele kimdir o?” diye seslendi içerden. Haydar “Benim baba Haydar. Anama haber ver. Gülom’a bir şeyler oluyor. Korktum.” Yaşlı kapı acayip bir gıcırtılı sesle ağır ağır açıldı. “Gel hele oğul.” dedi babası. Haydar içeri girerken anası da toparlanmış baş örtüsünü düzeltiyordu. Ayaktaydı. “Hele anlat oğul gelin kızımın nesi var? Ana de haydi eve gidelim bir bakıver” dedi Haydar, sesinin tonundan ne kadar endişeli olduğu anlaşılıyordu. Babası “Hatun hele git bak bakalım gelin kızımızın nesi varmış. Bize bilgi verirsin.” dedi. Anne şaşkın ve telaşlı soğuğa aldırmadan koşar adımlarla Haydar’ın evine girdi. Keziban sancılar içinde kıvranıyor ve acı acı inliyordu. Annelerinin sesine tüm çocuklar da uyanmıştı. Ebeleri içeri girince “Ebem haydi siz dedenizin evine gidin. Anneniz hasta.” diyerek çocukları dedelerinin yanına gönderdi. Haydar kardeşinin evine giderek. Onları da uyandırdı. Zeyno Gelin Apar topar eltisinin yanına koştu. Kar, tipi, ayaz umurlarında değildi. Rüzgâr iyice öfkeliydi ve çığlıklar atmaya devam ediyordu. Keziban’ın sancısı gittikçe artıyor Dayanılmaz hal alıyordu. Çığlıkları, rüzgârın uğultusuna rağmen Baba ocağından duyuluyordu. Haydar için zaman durmuştu adeta. Aklı Gülo’sundaydı. Huzursuz ve endişeli bekleyiş devam ediyordu. İçine kötü bir şeyler olacağı hissi gelip çöreklenmişti. Sessizce bildiği bütün duaları sureleri mırıldanıyordu. Aradan koskocaman dört saat geçmişti. Köyde hayat rutin bir şekilde devam ediyordu. Bacalardan çıkan dumanlar rüzgâra tutsak olmuş, onun istediği yöne savruluyor, yok olup gidiyordu. Bazıları damda bazıları avluda kar kürüyordu. Kadınlar çocuklar köy meydanındaki çeşmeden su doldurmak üzere kuyruk oluşturmuş, onca soğuğa aldırmadan kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Keziban’ın başına gelenlerden kimsenin haberi yoktu. Haydar ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Yıllar meydan okuyan tahta kapı ani bir şekilde açılıverdi. Kardeşinin on bir yaşındaki kızı Aycan endişeli bir telaşla içeri girdi. Gözlerinde korku hakimdi. Panik içerisinde “Dedo, mamo Yengemin kanaması başladı. Ebem ne yaptıysa durduramadık. Acil doktor lazım koş haber ver hazırlansınlar” dedi. Haydar beyninden vurulmuşa döndü. Elinden ayağından can çıkıyor gibiydi. İyice panikledi. Ya Gülo’suna bir şey olursa. Bir çırpıda Ahıra koştu. Doru tayı koşumladı. Kötü günler de kullanılmak üzere hazırda bulunan ağaç dallarından yapılma derme çatma sedyeyi bulunduğu yerden çıkardı. Kardeşi Cafer de evden yün yatak yorgan yastık getirmişti. Güzelce sedyeyi yerleştirdiler. Kendileri de yol giysilerini giydiler. Bu arada Keziban’ı sedyeye yerleştirmişlerdi. Haydar’ın Oğlu Muhtar Emminin evine koşturdu. “Emmi telefon çalışıyor mu? Doktoru arasın dedi Dedem.” Muhtar emmi bir yandan tütün sararken bir yandan da çayını yudumluyordu. “Kıro hayırdır. Ne oldu hele anlat bakayım? Derken ayaklandı telefonun başına gitti. O arada “Emmi annem gebeydi ya hani işte sabaha karşı sancısı tuttu. Ebem yanında. Kanaması varmış. Öyle söyle dediler.” Muhtar birkaç kez telefonla arama yaptı ama hiç ses yoktu. Umudunu yitirmek üzereydi. Bir daha denedi. Telefon çalıyordu. Muhtar içinden şükretti. Bu arada Haydar kardeşi Cabbar ve annesi ile birlikte yola koyulmuşlardı. Köy içinden Celal de onlara katıldı. Evden silahını alarak peşlerinden koştu. Birlikte çetin ve zaman karşı can yolculuğu başlamıştı. Bir yanda kurt ulumaları, diğer yanda öfkeli rüzgârın çığlıkları tipinin kar tozlarını oradan oraya savurması hızlı gitmelerine engel oluyordu. Ortada iki can vardı. Zamana karşı yarışta ne kadar dayanabileceklerdi. İlerlemeye çalışıyorlardı Muhtar emmi tekrar aradı ilçedeki hastaneyi. Yine açan olmadı. Yapacak başka çare kalmamıştı. Son bir ümitle Jandarma Karakol Komutanlığını aradı. Numarası ezberindeydi. Karşı tarafta iki kez “dıt, dıt” sesi duyuldu. Ve tok sesli biri “Alo burası Jandarma Karakol Komutanlığı Santrali.” Muhtar emmi asker sözünü bitirmeden “Alo ben Karadağ Köyü Muhtarı. Köyümüzde kanamalı acil bir doğum hastamız var. Hastaneye telefon ettik ulaşamadık. Komutanınıza haber verir misiniz?” dedi. “Tamam muhtarım en kısa zamanda dönüş yaparız. Telefonu kapat, bizden haber bekle.” dedi asker. Aceleyle komutanını aradı ve konu hakkında bilgi verdi. Komutan çok üzülmüştü. Soğuk ve tipi şiddetini artırarak devam ediyordu. Tabip Asteğmen Polat’ı arayan komutan Acilen Karadağ köyüne helikopterle gidilmesi ve hastanın tam teşekküllü bir hastaneye nakli emrini verdi. Polat Asteğmen Komutan karşısındaymış gibi ayakta hazır ol vaziyette “Emredersiniz komutanım!” diyerek telefonu kapattı. Tabip Asteğmen Polat emirler yağdırarak helikopter pistine doğru yöneldi. Tüm gereken tıbbi malzemeler yüklendi. En kısa zamanda havalandılar Öfkeli rüzgâr helikoptere de zor anlar yaşatıyordu. On dakika kadar sonra Karadağ köyüne yakın düz bir tepeye ulaşmıştı. Bu arada muhtar Bekçiyi, Haydar’ın peşinden göndermiş Düztepe de helikopteri beklemelerini tembih etmişti. Bekçi Düztepe ye varmadan onlara ulaşmış, muhtarın dediklerini iletmişti. Düz tepeye ulaştıklarında beklemeye başladılar. Bir yandan can derdi, bir yandan bıçak kadar keskin soğuk ve şiddetli rüzgâr öte yandan tipi, puslu bir hava tam bir can pazarı yaşanıyordu. Dakikalar rüzgâra tutsak mı olmuştu. Olduğu yerde sayıyordu, geçmek bilmiyordu. Helikopterdekiler Düztepe de hafif bir karaltı görür gibi oldular güçlükle de olsa tur atıp gördüklerinden emin olmak istediler. Haydar ve Cabbar helikopteri görmüş yerlerinde zıplayarak kollarını iki yana doğru sallıyorlardı. Pilot ustaca ve dikkatli bir manevrayla zor da inişi gerçekleştirmişti. Sıhhiye erleri sedye ve ilk yardım malzemeleri ile hastanın yanına ulaşıp hastayı sedyeyle helikoptere taşıdılar. Cabbar ve annesi köyde kaldı. Haydar eşine refakatçi olarak bindi. Havalandılar. Haydar soğuktan buz tutmuş sakalı ve bıyıklarını cebinden çıkardığı peşkirle sildi. Biryandan da gözü eşindeydi. Tabip Asteğmen Polat elinden geldiğince hastanın kanamasını durdurmak için çaba sarfetiyordu. İlk müdahaleler başarılı olmuştu ancak durum ciddiyetini koruyordu. Haydar’a göre bir ömür süren yolculuktan sonra tam teşekküllü hastaneye indiler. Acil müdahale ekibi hastayı helikopterden alarak acilen ameliyathaneye taşıdılar. Her şey o kadar çabuk oluyordu ki Haydar bu hıza yetişemiyordu. Polat Asteğmen de hastayı yalnız bırakmamış, doğum anında diğer hekimlere eşlik etmişti. Haydar beklemedeydi. Onun için zaman durmuştu. Tek dileği vardı. Gülo’suna ve bebesine sağ salim kavuşmak. Zamansızdı zaman ne kadar süre geçmişti bilemiyordu Haydar, bekliyordu sadece bekliyordu. Gülo’sundan gelecek güzel bir haberi bekliyordu. Aklında düşünceler karmaşık, kâh onu mutlu ediyor gülümsetiyor, kâh endişe girdabın da kayboluyor gözlerinde damlacıklar beliriyor ve yanağından usulca süzülüyordu. Yoğun bakımda ise uzman doktorlar Keziban’ı yaşatmak için ellerinden gelenin fazlasını yapıyor, hastane de bulunan son tek teknolojik araçları birbiri ardına kullanıyorlar, zamana karşı yarışıyorlardı. Bunca yoğun emek sadece bir canı evet sadece bir canı yaşama kazandırabilmek içindi. Ne kadar zaman geçmişti kimse fark edememişti, zamanın geçmesi umurlarında değildi. Onların odaklandığı tek nokta Keziban’ı yaşatabilmekti. O’nun yaşaması için ne mümkünse yapıyorlardı. Keziban daha fazla dayanamadı, canı bu yoğun emeğin karşılığını veremedi. Yorgun kalbi son bir kez daha attı ve durdu. Uzmanların doktorların yoğun emeği sona ermişti. Can kurtaramamanın hüznü gözlerinden okunuyordu. Yapacak bir şey kalmamıştı. Gerekli evrakları doldurup, Haydar’ı çağırdılar. Orta yaşlı temiz yüzlü uzunca boylu uzman doktor hüzünlü gözlerle Haydar’a bakarak “Başımız sağ olsun. Çok Uğraştık ama başaramadık. Yorgun kalbi daha fazla dayanamadı. Hastamızı kaybettik. Tek tesellimiz bebeğin sağlıklı ve hayatta olması.” diyebildi. Elini Haydar’ın omzundan usulca çekti. Ağır adımlarla uzaklaştı. Haydar yıkılmıştı. Ne yapacağını ne düşüneceğini bilemez bir halde avuçlarını yüzünün iki yanına kavuşturarak olduğu yere çömeldi kaldı. Yıkılmıştı. Göz yaşları daha fazla dayanamadı ve bardaktan boşanırcasına gözlerinden yağmaya başladı. Dünya ile bağlantısı kesilmiş bilinmez karanlık bir girdabın içinde yok olup gitmişti. Hemşirenin sesiyle kendine gelir gibi oldu. “Haydar Abi başın sağ olsun. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım kaderin önüne geçemiyoruz. Allah onu bizden daha fazla seviyormuş yanına aldı. Sana da nur topu gibi bir evlat bıraktı. Tıp kaderi yenemiyor maalesef. Haydar Abi imzalaman gereken evraklar var. İmzalayabilir misin?” diyerek evrakları ve kalemi uzattı. Haydar kendinde değildi ama evraklardaki hemşirenin gösterdiği yerleri öylesine karaladı. Artık Gülo’su dünyada yoktu.

Aradan on gün kadar geçmişti. Bebe toparlamış, etrafa sevimli gülücükler dağıtıyordu. Kar yağışı hafiflemiş, arada bir atıyordu ama rüzgâr sert esmeye devam ediyordu. Köyde günlük rutin hayat devam ediyordu ama köyde kasvetli bir hava vardı, herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. Üzüntü tüm köye dalga, dalga yayılmıştı. Köyün dört bir yanından ağıtlar, figanlar duyuluyordu. Haydar’ın evinin damına küçük bir Türk Bayrağı asılmıştı. Taziyeye gelenler kolay bulabilsinler diye. Sabahın ilk saatlerinde helikopter sesi duyuldu. Sesi duyan köyün erkekleri apar topar Düztepe’ye doğru koşuşturmaya başladılar. Gelen Haydardı. Kötü haberi almışlar karşılamaya gidiyorlardı. Helikopter Düztepe’ye usulca indi. Polat Asteğmen indi ilk önce Yüksek bir sesle “Başımız sağ olsun. Hastamızı kurtaramadık. Takdir i İlahi. Şimdi son görevimizi yapmaya geldik.” diyerek askerlere emirler yağdırdı. Köy Muhtarı Polat Asteğmenin koluna girerek diğer rütbelilerle birlikte ağırlamak üzere kendi evine götürdü. Haydar kucağında hiçbir şeyden habersiz, günahsız sabi, yıkılmış bir halde askerlerin yardımıyla zor inebildi helikopterden. Babası koluna girdi. Eve doğru ağır ağır ilerlediler. Tabutu indiren askerler ve orada toplanan köyün erkekleri Kezban’ı son yolculuğuna uğurlamak üzere köy camisindeki musalla taşına götürmek üzere omuzlarına almışlardı. Bir yandan üç dört genç köy mezarlığında kabir kazmaya başlamışlardı bile donmuş toprak zor kazılıyordu. Öğle namazının ardından defin işlemleri tamamlanınca Polat Asteğmen ve askerler köylülere son taziyelerini sundular. Helikopter geldiği gibi usulca havalandı. Bulutların arasında kayboldu…

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version