Hiç Ölümü Düşündün mü?

Zeliha Aypek 53 Görüntüleme Yorum ekle
6 Dak. Okuma

“Beni haklamaya çalıştılar – fakat ben daha önce davrandım!” (Vachel Lindsay)

George Bernanos’un ”Nouvelle Histoire de Mouchette” romanından Robert Bresson tarafından sinemaya uyarlanan filmin baş karakteri Mouchette, Monteverdi’nin Magnificat eseri eşliğinde göle yuvarlanırken tek bir cümle söyleseydi eğer, herhalde bu cümleyi kullanırdı.

Fransız ve dünya sinemasında özgün ve önemli bir tarzı olan Bresson, ondan etkilenen sinemacılar için (Godard, Tarkovski gibi) “filmin ressamı” olarak addedilir. Tarkovski, “Bresson sözü dolandırmadan söylersek bir dâhidir. Eğer o ilk sırada yer alırsa, ondan sonraki onuncu sırada yer alır -mesafe çok büyük” yorumunu yapar. (Journal, Şubat 1986). Onun sinemacılığını şekillendiren üç temel kaynak vardır: İnsanın doğuştan günahkâr olduğuna inanan Jansenist ilhamlı koyu Katolik inancı, ressamlığı ve İkinci Dünya Savaşı’nda Alman kampına esir düşmesi. Filmlerinde karakterlerin psikolojisi üzerinde durmaz çünkü insan edimlerinin sebeplerini belirleyen şey salt kader motifidir. Heykeltraşların veya ressamların kullandığı anlamda “model” olarak adlandırdığı amatör oyuncularla çalışır. Bu yanıyla İtalyan Gerçekçilik akımının etkisinde kaldığı söylenebilir. Karakterleri az konuşturup çok şey gösterir. Ağırlıklı olarak Tanrı, kader, hakikat, modern dünyada anlam kaybı gibi kavramların sorgulandığı sinema yapıtları arasında, zulüm ve yoksulluğu anlattığı, hiç kuşkusuz güncelliğini yitirmeyen kült filmi Mouchette, ilk sıralarda gelir.

Filmin açılış sekansında, karanlık ve harap bir evde sandalyede oturan ve kendi kendine konuşan hasta, ölüme yakın bir anne vardır: ”Bensiz ne yapacaklar?”

Mouchette ergenliğin eşiğinde; ismi belirtilmeyen bir kırsalda sefil bir hayat yaşayan, hasta annesine ve henüz bebek olan kardeşine bakmak gibi ağır yükleri olan, alkolik bir babadan şiddet gören, okul saatleri dışında da bir kafede çalışan, öğretmenleri, arkadaşları ve diğer köylüler tarafından dışlanmış, asık suratlı bir isyankârdır. Sınıfta koro halinde söylenilen “umut”lu şarkıda korkunç bir ironi yatar (inatla söylemediği için öğretmeninden dayak yer) ki, Mouchette için radikal bir umutsuzluk geçidinden başka bir şey değildir yaşam oyunu.

Umut edin! Artık umut yok!
Üç gün diyor onlara Colomb,
Sonsuz gökyüzünde ufuk çizgisini göstererek,
Üç gün ve bir dünya veriyorum.
Artık hiçbir umudu kalmamışlara,
Sınırsız derinliği üzerinde,
Onu görmek için gözlerini açanlara.

Bu şarkıyı daha sonra, fırtınalı bir gecede ormanda kaybolduğunda onu bulan, korucuyu öldürmeye kalkışan kaçak ve sarhoş avcıya, sara krizine tutulan tecavüzcüsü Arsene’e kendiliğinden söyler. Tanrının terk ettiği bu kırsal alanda adeta kötülük organize bir hâl almıştır. Ötekileştirme yoluyla stigmatizasyona maruz kalan Mouchette’in başta direndiği tecavüzcüsüne sarılacak kadar sevgisiz, ilgisiz bir yaşam sürmesi trajedinin en büyüğüdür. Kiliseye girmeden önce galoşlarını iyice çamura bulaması, Mouchette’in Tanrıya duyduğu öfkenin göstergesidir. Bresson, jestlerin sinemacısıdır ve bu filmde de karakterlerin yüz ifadesinden psikolojilerini okumak olanaklı değildir. Fakat eller (süt ısıtan eller, bulaşık yıkayan eller, bebeği beceriksizce bir şefkatle tutan eller, güvercinlere tuzak kuran eller gibi), bacaklar, ayaklar ve diyaloglarla alâkasız nesneler, dış ve iç mekânlar, ruhsal duyuşların göstergeleridir. (Bresson’a göre aslında romanlar, öyküler psikoloji analizlerini kelimelerle gerektiği kadar iyi yapmaktadır, bunu sinemada yapmak sapkınlıktır.)

Filmde Mouchette’i olduğu gibi gözleriz, her ne kadar şefkat yüklü bir empati egzersizi yapmaya çalışsak da, bunu tam olarak başaramayız. Genç kız o kadar yalnızdır ki, bir ağacın altında, bir masanın altında, hatta tecavüzcüsünün kolları arasında bir sığınak arar. Filmin tek neşeli ânı sayılan ( bu da babası tarafından bir tokatla kesilir) lunapark kesitinde, bindiği çarpışan arabayı tersine sürmesi toplumsal düzenle karşıtlığını, uzlaşmazlığını net bir biçimde simgeler. İletişimin yalnızca jestler, emirler ve para alışverişiyle sınırlı olduğu, zarafetten yoksun toplumsal ilişkilerin mekanik hareketlerle yürüdüğü köyde; tecavüze uğradıktan ve annesi öldükten sonra Mouchette’le, onun kaderini belirleyen üç kadının, sessizliğin hâkim olduğu filmde en uzun süreli diyaloglarına şahit oluruz: Bakkal kadın, genç kıza kahve ve kruvasan ikram eder fakat göğsündeki çiziğe bakınca kızın başına bir iş geldiğini anlar ve hakaret eder. Korucu ve eşi de, önceki gece yaşananlarla ilgili uzun uzun sorguya çekerler. Annesine kefen vereceğini ve cenazesiyle ilgileneceğini söyleyen, ona bedenine uygun eski kıyafetler bağışlayan yaşlı kadınla diyaloğu ise kader çizgisini belirler:

“Ölümü severim, anlarım ölüleri… Hiç ölümü düşündün mü? Hayal mi ediyorsun? Kalbin uykuda, sakın uyandırma, hâlâ vakti var.”

Kadın bu sözleri söylerken Mouchette, kirli ayakkabılarını halıya sürterek tepkisini gösterir. Bir elinde süt bakracı diğer elinde yaşlı kadının verdiği giysilerle ormana doğru gider. Filmin son av sekansında yaban tavşanlarının öldürüldüğünü Mouchette’in şaşkınlık dolu gözünden izleriz. Bundan sonra, kendisine gösterilen her cömertlikte bile dışlanan, yok sayılan Mouchette; kalbinde dalga dalga büyüyen basit bir umutsuzlukla, hiç kimsenin, hiçbir şeyin durdurmayacağı sabırlı bir intihara, parçalanmış zaferine doğru yürür. Trajik kaderi güçlü bir tokat gibi yüzümüze çarpar.

Bresson kendisiyle yapılan bir röportajda, “Filmlerimde gittikçe sertleşiyorum çünkü böyle gerekiyor. Çocukların korkunç şeylerin kurbanı olabileceğini söylemem gerekiyor. Onların dayanılmaz acıları var, gizli olduğu için daha da dayanılmaz bu acılar. Hayatımız hayvanlarla da bağlantılı olduğu için, Vincennes (Fransa’da bir şehir) çukurlarına atılan kedileri ve ağaçlara bağlanan köpekleri düşünüyorum. Benim filmim, onları desteklemeden ve somutlaştırmadan zalim şeyleri oynatıyor: Alkolizm, iftira, gıybet, arzu. Orada öldüren bakışları gösteriyorum” diyor. Bu filmde de her şeyden, sevgiden yoksun bir ergen kızı öldüren bakışlara, horlamalara, küçümsemelere, rahatsız edici jestlere, hakaretlere, mutlak sonu değiştirmeyeceğimizi bilerek, derin bir üzüntüyle şahitlik ederiz. Mouchette, Sartre’ın “Sözcükler” kitabında dile getirdiği gibi “kendi zehrini kendi seçen” çocuklardan yalnızca biridir.

Özellikle çocukların, kimsenin hiç kimseyi haklamadığı, haklama isteği duymadığı; zulmün, örgütlü kötülüğün, insani özü bozan yoksunluğun yerine sevginin, adaletli bir barış ortamının galip geldiği bir dünyada yaşamaları dileğiyle…

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Zeliha Aypek
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version