Elim kalbime değdiğinde, yüreğim titredi; sanki bir ses, “Beni duy!” diye feryat ediyordu. Pür dikkat dinlemeye koyuldum. Duygularım dile gelmiş, hep bir ağızdan avaz avaz bağırıyorlardı. “Böyle olmaz, anlaşılmıyor,” dedim, “Hepinizi tek tek dinleyeceğim, ama lütfen biraz sakin olun.” Sonunda sesimi duydular, sözüme kulak verdiler. “Şimdi sırayla konuşacaksınız, hepinize söz hakkı vereceğim,” dedim. İlk olarak en çok acı çeken, feryat eden vefaya söz verdim.
Vefa, içli içli derdini anlatmaya başladı: “Ben vefa, en güzel, en değerli erdemlerden biriyim. Ama ayaklar altında ezildim, canımı yaktılar. Ezdikçe güçlenmeye çalıştım, fakat sonunda insanlar adımı bile duymak istemez oldu. Suç bende miydi? Görevimi yerine getirmeye çalışırken örselenen, duyulmayan o diğer insanların vicdanlarının hiç mi kabahati yok? Dost dedim, bana sırtını döndü. Aşk, ahde vefamı o da ne deyip mırın kırın etti, evlat ben duymadım biraz daha bağır diye çemkirdi, hayvanlara gelince orada kalakaldım; çünkü onlar, siz beni hunharca harcarken anladılar ve savundular. Beni hep yokuş olarak gördünüz. Arkadaşlarımı gösterdim, ‘Bakın, görün, sizler için varız,’ diye seslendim; ama hiç birinin esamesini bırakmadınız. Sevgiyi benimle cezalandırdılar.” Hıçkırıklar arasında, sözlerini güçlükle tamamladı. “Varsın duymasınlar, ben yine de görevimi yapacağım. Kanatsalar da, adımı kötüye çıkarsalar da.”
Ardından samimiyete döndüm: “Hadi, sıra sende. Anlat, neden bu kadar buruk, bu kadar hüzünlüsün?” Samimiyet, kısık bir sesle konuşmaya başladı:
“Hüznüm, samimi olmayan niyetlerin beni yaralamasından. Benim ne suçum vardı, vefa gibi?” Sesi ince ince titriyordu. “Tüm gücümle verdiğim emekler, niyetler, bir bir çöpe atıldı. O güzel duygulara, sözlere ne çok çaba harcamıştım. Ama hepsinin yeri bir çöp poşetinin içiymiş meğer. O vicdansızlar yaptıklarıyla beni çürüttüler, suçu da vefa gibi bize yükleyip kaçtılar. Titreyen bedenim küçüldü, hassaslaştı; ezildim, büzüldüm, bir nokta gibi kaldım. Hâlbuki bir tebessümde, bir bakışta bile görebilirlerdi, tebessüm etmeyi bıraktılar beni görmemek için. Başımı kaldırsam tokmakla vurdular, yine yere çöktüm. Şimdi sessizce bekliyorum. İlk fırsatta toparlanacağım; direndim, yine direnirim.” Gözyaşları pıtır pıtır süzüldü yanaklarından.
Samimiyetin bu sessiz, acılı hali beni derinden sarsmıştı. Diğer duygulara sıra gelmişti, ama dinlemek giderek zorlaşıyordu. Yine de söz vermiştim, hepsini dinleyecektim. İçini döken her duygu, ya bir köşede için için ağlıyor ya da derin bir sessizlikle etrafına bakınıyordu.
Sıra öfkede: “Hadi, değerli öfke, sıra sende. Sakin sakin anlat, neden bu kadar bağırıyorsun?” Öfke, sözü alır almaz isyanla, hararetle konuşmaya başladı:
“Arkadaşlarımın halini görmüyor musun? Beni onları yok etmek için, gereksiz yere kullandılar; harap ettiler, ezdiler. Ben neden vardım? Onları korumak için, gerektiğinde kalkan olmak için. Ama şimdi halime bak: O kadar çok kullanıldım ki her yanım yara bere içinde. Çevremde tek bir sağlam duygu arkadaşım kalmadı. Dinlenmeden, hunharca harcadılar beni. Ne enerjim kaldı ne haklı bir yanım. Ayarlarımla oynadılar, yerli yersiz kullanıldım; bu hiddetin yükünü de ben çeker oldum.”
Bağırıyordu, duyulmamaktan korkuyordu. “Sakin ol, sizi dinliyorum, söz verdim,” deyince sesini biraz alçalttı. Bitkinleşti, gevşedi, daha sakin anlatmaya başladı.
“Beni kullansınlar, ama yerinde. Hayatlarını kurtarmak, kişiliklerini korumak için varım. Ama şimdi her yerdeyim, fasılasız. Arkadaşlarımı çok özlüyorum, ama onlara yaklaşamıyorum.”
Sesi kısıldı, titrek bir bakışla uzaklaştı.
Köşede sevgi, öyle mahcup, öyle ağlamaklı duruyordu ki ona söz vermek, dinlemek, dayanılmaz bir ağırlık gibi geliyordu. Sevgi yavaşça yaklaştı, elini uzattı; o kadar savunmasız, o kadar muhtaç görünüyordu ki elini tutmadan edemedim. “Hadi, sevgi, sen anlat. Durumun ne?” diye sordum. Tedirgin ve üzgündüm, duyacaklarıma hazır mıydım, bilmiyordum. Ama sormuştum, sessizce odaklandım. Onun nahif duruşu, söyleyeceklerine yansımıştı.
Sevgi, hafif kısık bir sesle, ne diyeceğini bilemez halde başladı:
“Arkadaşlarımın hepsi çok kıymetli. Ben onları kucaklayacak kadar büyüğüm, hep kucakladım, kucaklarım da. Ama kollarım sarmaya yeterken korumaya yetmedi. Onlar bu haldeyken ben nasıl ayakta kalırım? Sırtımdaki yük her şeyden büyükken, dizlerim titremesin diye direnirken destekçilerimi tek tek kırıp döktüler. Beni yerlerde sürüklediler, duvardan duvara çarptılar. Öyle zulümler gördüm ki arkadaşlarım halimi görünce daha da zayıfladı, beni iyileştirmeye çalışırken. Her yanım yara bere, kan revan; iyileşmeye çalışsam fırsat vermediler. Hangi arkadaşımın kapısını çalsam, sesim çıkmazdı, imdat bile diyemezdim. Her duygu, her yol bana çıkarken eşkıya sürüleri yolumu kesti, tehdit ve işkenceyle susturdu. Yine de direndim, isyan ettim. Her başkaldırışımda daha sert cezalandırıldım. Arkadaşlarımla karşı karşıya geldik, yumruk yumruğa kırdırıldık; birbirimizin yüzüne bakamaz olduk. Hani ben en büyük duyguların kaynağıydım? Kaynağımı kuruttular, tomurcuklanırken silkelediler, ısınacakken buz tuttu her yanım, kök salacağım zaman köklerimden söküp attılar. Ama direndim, yine direnirim.”
Sevgiyi dinlerken arkadaşları sessizliğin kucağında ağlıyordu. Sevgi, yere bakarak devam etti. Gözyaşları süzülüyor, yaraları sızlıyordu, ama aldırmıyordu; anlatmak ona iyi geliyordu. “Seviyorum derken haykıran masum insanları da sindirdiniz, pustu kaldılar. Komşunuz, arkadaşınız, işiniz, eviniz, çocuklarınız, sevdiğiniz; paylaşmak istemediniz beni, oysa hepinize bir ömür boyu yeterdim.”
“Kimse sormamıştı, ‘Nedir derdin?’ diye. Bu konuşma ilaç gibi geldi. Sorumluluğum öyle büyük ki, anlatsam hayatta kalmanız mümkün değil. Size bu kadar olumlu yaklaşırken, beni savaşın ortasına sürüklemenizden yoruldum. İnanın, benimle mutlu olmak çok kolay. Bana bir şans verin, arkadaşlarımla huzuru bulacağız, yeter ki bize güvenin.”
Aniden güven’e baktı, bakışları titredi; arkadaşı ondan da kötü durumdaydı, ama söz ağzından çıkmıştı, devam etti.
“Dünyanızı büyütmek, yaşamınızı renklendirmek, huzura kavuşturmak için buradayım. Kaynağımı kurutamayacaklar, siz engel olmazsanız.”
Anlattıkça umut aşılıyordu, bükülmüş beli doğruluyordu. Çünkü o sevgiydi, kaynağı sonsuzdu.
“Kollarım evreni saracak kadar büyükken, beni bir kurabiye kavanozuna hapsettiler.”
Anlatırken sanki yeniden tomurcuklanıyordu.
Onun bu güçlü duruşu beni utandırmış, yanı başımdaki kurabiye kavanozuna bakmıştım. Sıra güvendeydi, ama o öyle korkmuş, öyle titriyordu ki bir köşeye sinmiş, büzüşmüş, başını dizlerine gömmüş, dünyadan kopmuştu. Onu bu halden çıkarmak zordu. Arkadaşları, “Hadi, sen de anlat, biz rahatladık, sen de rahatlayacaksın!” diye cesaretlendirdi. Güven yavaşça açıldı, terden sırılsıklam yüzünü sildi, kısık bir sesle, “Tamam,” dedi. Hepimiz sustuk, sözlerine kilitlendik.
“Ben güvendim, adım güven. Ama artık karışıyor, görevimi yanlış mı anladım diye düşünüyorum.”
Arkadaşları bir ağızdan, “Hayır, sen hâlâ güvensin!” dedi. Güven biraz sakinleşti.
“Evet, ben güven, ama güvenilmeyen. Yalanı başıma sarıp beni benden ettiler. Kaçtıkça kovalandım, kovalandıkça yakalandım. Bana ters geleni sevmedim; kimyamla oynadılar, akıl almaz hakaretlerle tükendim. Oysa sevgiyle el ele, son sürat ilerliyorduk. Şimdi utancımdan onun elini tutamıyorum. Kardeşim bana küsmez, bilirim, ama beni kullanarak onu da yaraladılar. Onu öyle gördükçe azabım katlandı. ‘Yapmayın!’ diye bağırdıkça yalanı çağırıp zehirlediler. Yalanın başını küçükken ezemedim; büyüdü, büyüttüler, zehirli diliyle hepimizi soktu, yuttu. Karanlık, dar sokaklardan geçtim, soğuk, ürpererek. Vahşi hayvanları üstüme saldılar; dostumdan farkım kalmadı. Savaş yorgunu, duygu mağduruyum. Kime sorsalar, ‘Güven mi? Kaç!’ dediler. Ben mi istedim bunları? Kimi ‘Sevdim,’ dedi, sevmedi; kimi ‘Geldim,’ dedi, gelmedi; ‘Tamam,’ dediler, yapmadılar; ‘Söz,’ dediler, tutmadılar; ‘Yalnız değilsin,’ dediler, önce terk ettiler. Sonra, ‘Nerede bu güven?’ diye bağırdılar. Oradaydım, görmediler; seslendim, duymadılar; avazım çıktığınca bağırdım, bakmadılar. Egolarına kurban ettiler, gözyaşıma aldırmadılar. Nasıl ayağa kalkayım? Emeklerimi bir anda yerle bir ettiler.”
Güven titriyordu, kendine inancı kaybolmuştu. Hem zor, hem kolay olduğunu biliyordu, ama savaşacak gücü bulamıyordu. Sevgiyle yıpranmıştı, onun elinden tutmaya ihtiyacı vardı, ama söyleyemiyordu. “Bir hiç uğruna harcandık,” dedi sessiz bir çığlıkla. Enerjisi tükendi, yığıldı. Arkadaşları koştu; hepsi yara bere içindeydi, ama birbirlerinden vazgeçmemişlerdi. Onların hali beni de bitirmişti. Bir şeyler yapmalıydım. Sevgiye baktım: “Hadi, arkadaşının elinden tut. Söyleyemiyor, ama sana ihtiyacı var.” Sevgi, yaraları sızlayarak doğruldu, güçlükle güven’e yürüdü, tılsımlı elini göğsüne koydu. Zordu, ama yapmalıydı; o kaynaktı. Güven kıpırdadı, inledi, anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Bu bile bir umuttu. Sevginin dokunuşu işe yaramıştı. Diğer duygular sevinçle sarıldı; birbirlerini çok seviyorlardı, ama kendi dertlerine gömülmekten kör olmuşlardı. Sevginin ayağa kalkması onları cesaretlendirdi, toparlanmak için ilk adımı atmaya karar verdiler. Dinlenmek ne kıymetliymiş! Hep onlardan alınmış, kimse, “Sizi dinleyelim, ne derdiniz var?” dememişti. Oysa iç barışı sağlamak bu kadar basitti. Şimdi savaş sonrası bir sessizlik hâkimdi.
Aralarında sadece “Bencil” hiç arkadaşlarına yaklaşmıyor, uzak bir köşede kollarını kenetlemiş, asık suratıyla olan biteni izliyor, tüm konuşulanları can kulağıyla dinliyordu. Tam ortam biraz sakinleşmişti ki, birden kendini ortaya atıp konuşmaya başladı:
“Size her zaman söyledim, söylemeye de devam edeceğim. Ben ruhun sesisiyim. Hep başkalarını önceleyerek yürüdünüz. Önce ben demeyi bir türlü öğrenemediniz. Verdiniz, alamayınca hırpalandınız; sevdiniz, sevilmeyince yaralandınız; samimi oldukça aldatıldınız; güvendikçe satıldınız. Söyleyin Allah aşkına: Ne zaman akıllanacaksınız? Evet, benim adım ‘Bencil’. Ama adımın içinde saklı görevim. Ben’i korumaktır benim tüm niyetim. O kadar hızlı eksiliyordunuz ki, sizleri yenilemek için bana zaman vermediniz. Duyun beni, duyun. Yaşamın merkezine ‘Ben’i koymazsanız eğer, bu yaralar, bu azaplar hiç bitmeyecek. Kendinizi artık koruyun. Ben demiyorum ki size egoist olun; vermeyin, sevmeyin, samimi olmayın, vefa göstermeyin. Hayır hayır, hiç birini söylemiyorum bunların. Ama artık akıllanın. Bir yoldur ömür; gelin el ele, ama ‘önce ben’ diyerek yürüyelim birlikte.”
Ortam sakinleşmişken elimi kalbimden çektim, kendimi kurabiye kavanozunun yanında buldum. “Hayır, sen bu değilsin,” dedim. Ayakkabılarımı giydim, yüzüme bir tebessüm yerleştirip, hafif kararan yaz akşamında deniz kenarında kahve içmeye çıktım. Ne yaşadım, nasıl yaşadım, şaşkındım. Ama hepsini dinlemiş, sükûneti sağlamış olmanın huzurunu sindirmek için güzel bir şarkı seçtim, kulaklıklarımı taktım, aheste yürümeye başladım. Karşılaştığım herkese gülümseyerek selam verdim. Yaz meltemi saçlarımı okşarken denize ulaştım, kendimi batan ufka bıraktım.