Kâmil insan, insan olmanın en derin sorumluluğunu taşımayı kabul eden kişidir. O, yaşamın kaba yüzünde gezinen bir yolcu değil; varlığın anlamını kalbin en ince katmanlarında arayan bir bilgedir. Kâmillik, dışarıdan bakıldığında bir olgunluk hâli gibi görünse de, aslında içte süren sessiz ama güçlü bir devrimdir. Bu devrim, insanın kendi nefsine karşı verdiği en uzun, en çetin ve en asil mücadeledir.
Kâmil insan, kendini bilmenin bütün kapıları açan ilk anahtar olduğunu idrak eder. “Kendini bilen Rabbini bilir.” düsturunu yalnızca bir söz olarak değil; yaşamının merkezine yerleştirdiği bir hakikat olarak görür. Bu yüzden önce kendi karanlıklarına iner, kendi yankılarını duyar, kendi kırıklarını onarır. İnsan kendini tanımadıkça başkalarını da tanıyamaz; kendi iç sesini duymadıkça âlemin sessizliğini anlayamaz. Bu yüzden, kâmil insanın yolculuğu dışarıya değil, her zaman içeriye doğrudur.
O, karşılaştığı her olayda bir murakabe, her insanda bir ayna, her sıkıntıda bir hikmet arar. Çünkü bilir ki kader insana rastgele değil, öğretmek için dokunur. Bazen bir söz, bazen bir kayıp, bazen bir dert, bazen bir karşılaşma… Hepsi insanın gönül defterine işlenen ilahî satırlardır. Kâmil insan, bu satırları okumayı ve içindeki anlamı çözmeyi bilir.
Kâmillik kusursuzluk değildir; bilakis eksikleriyle barışmış ama onlara teslim olmamış bir olgunluktur. Kâmil insan hata yapmaktan korkmaz; hatalarını inkâr etmez, onlardan kaçarak büyümeye çalışmaz. Her yanlışı bir ders, her tökezleyişi bir başlangıç kabul eder. Düşmekten utanmaz; çünkü bilmektedir ki insanı olgunlaştıran düşmek değil, her seferinde yeniden kalkabilme iradesidir.
Onun dilinde merhamet, gözlerinde şefkat, hâlinde edep vardır. Kimseyi hor görmez, kimseyi küçümsemez. En büyük kötülüğe bile cevap verirken adaletle konuşur; kırıcı olmadan uyarır, incitmeden öğretir. Çünkü bilir ki bir gönlü incitmek bir dünyayı kırmak gibidir; bir gönlü iyileştirmek ise bir âlemi güzelleştirmek.
Kendi özünün farkına varıp aslını idrâk eden insan, yüce Allah’ın huzurunda saygıyla eğilir ve başkalarının eksiklerini görüp kusurlarıyla uğraşmaz.
Kâmil insanın en büyük hazinesi tevazudur. Tevazu onun için küçülmek değil; hakikat karşısında yerini bilmek demektir. Sahip olduğu bilgiyle kibirlenmez, gördüğü hikmetle böbürlenmez. Kendini üstün görmektense gönlü geniş tutar. İnsanları sınıflara ayırmaz; çünkü insanın değerinin makamda değil, bakışındaki nurda, sözündeki hikmette ve niyetindeki temizlikte saklı olduğunu bilir.
Dünya nimetlerine sahip olabilir ama onlara gönlünü vermez. Sahip olduklarının esiri olmaz, sahip olamadıkları için de şikâyet etmez. Çünkü onun için gerçek zenginlik elindekilerin çokluğu değil; gönlündekilerin ağırlığıdır. Paylaşır, infak eder, verir; çünkü bilir ki paylaşılan nimet çoğalır, saklanan ise azalır.
Sabır, kâmil insanın sığınağıdır. Ancak o, sabrı pasif bir bekleyiş olarak değil; bilinçli bir duruş, güçlü bir teslimiyet, derin bir güven olarak görür. Zorluklar onu yıkmaz; çünkü sabır onu köklendirir. Bekleyiş onu tüketmez; çünkü beklediği şeyin hazırlandığına inanır. Bu yüzden kâmil insan hem akışa teslim olur hem de gayret etmekten geri durmaz.
En büyük rehberi sevgidir. Sevgi, kâmil insanın bütün eylemlerinin merkezinde duran görünmez bir güneş gibidir. İnsanı olduğu gibi kabul eden bir gönül taşır. Affetmeyi bilir; çünkü affetmeyenin yükü ağırdır. Kırılanı onarmayı bilir; çünkü onaran kişi önce kendi içini tamir eder. Sevgiyle yaklaşır, sevgiyle konuşur, sevgiyle susar.
Sonunda kâmil insan şunu idrak eder: Kâmillik ulaşılacak bir hedef değil; her an yeniden yoğrulan bir hâlleniştir. İnsanın kendini tamamladığını düşündüğü an, yolculuğun bittiği andır. Oysa kâmil insan için yolculuk hiçbir zaman bitmez. Her gün bir adım daha atar, her nefeste bir gölgeyi daha temizler, her duada bir perdeyi daha aralar.
Kâmil insan, varlığıyla öğretir. Sessizliği bir sohbet, duruşu bir ders, tebessümü bir rahmettir. O, konuşmadan anlatır, göstermeden öğretir, zorlamadan dönüştürür. Çünkü gerçek kemal zorlamayla değil; hâl ile aktarılır.
Bütün bunların sonunda anlaşılır ki kâmil insan olmak, uzaklarda aranan bir ütopya değil; her insanın içinde gizli bir potansiyeldir. Bu potansiyel samimiyetle beslenir, niyetle şekillenir ve hayat boyu süren bir yolculukla görünür hâle gelir. Her insanın kalbinde kâmilliğe açılan bir kapı vardır. O kapı arayan için daima açıktır; yeter ki insan kapının farkında olsun ve içeriye adım atmaya cesaret etsin.
Muhyiddin İbn-i Arabî demiş ki:
“Sen içine dön, yalnız dışınla meşgul olma. Çünkü sen cisminle değil, ruhunla insansın…”

