Sevginin Gücü

Yücel İnegöllü 18 Görüntüleme Yorum ekle
19 Dak. Okuma

Kemal tehlikeli ve sık virajlı dar ve işlek karayolunda iki saatlik yolculuktan sonra ulaşmıştı hayallerinin, ideallerinin gerçeğe dönüşeceği kente. Otobüsten ağır adımlarla indi, muavinin bagajdan indirdiği valizini aldı. Bu, ailesinden ilk ayrılışı, ilk gurbete çıkışı idi. Şaşkın ve meraklı bakışlarla etrafına şöyle bir göz gezdirdikten sonra az ilerideki garaj kahvesine doğru yürümeye başladı. Yüreği burkuldu, ailesine özlem duydu bir an. Geri dönmek istedi. Yapamadı. Boğazı düğümlendi. Yutkundu. Artık çok geç diye düşündü. Kuş yuvadan uçmuştu bir kez, ok yaydan fırlamıştı. Tüm bilinmezliği ile yeni bir yaşam onu bekliyordu. Yaşayıp göreceğim diye geçirdi içinden. Kahvenin nispeten daha sessiz, tenha ve sakin bölümüne doğru yönelirken kahveciye demli bir çay söyleyerek boş bir masaya ilişti. Çayı çok seviyordu. Çocukluğunun, gençliğinin en güzel anılarıydı. Kışın kömür sobasının üstünde kaynayan demlik, her an içilmeye hazır çay; hafızasında yer etmişti. Kömür sobasının sıcaklığını ve o demli çayın kokusunu ve tadını damağında hissetti bir an. Çayı gelmişti, Garsona teşekkür ederek çayın ücretini ödedi. Çayın buharını kokladı, mis gibi taze çay kokusunu ciğerlerine çekti. Çayından bir yudum aldı. İdeallerini gerçekleştirebilecekti artık. Yurdunun en ücra, en geri kalmış köşelerinde kendisini bekleyen çocuklara, öğrencilerine okumayı yazmayı ve yaşamın gerçeklerini öğretecek, onların ufuklarını aydınlatacak, o yörenin insanlarının dertlerine derman, sorunlarına çözüm bulabilmek için uğraş verecekti. Onlara örgütlenmeyi, örgütlü mücadelenin önemini anlatacak, kooperatifi, kooperatifin önemini, gücünü ve yararlarını, bütçelerine olan katkısını anlatacak ve rehberlik yapacaktı. Tarifsiz bir heyecana kapıldı, gözlerinin içi parladı, yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı. Yüzünde mutlu bir tebessümle çayından bir yudum aldı. Elinde tuttuğu bardaktaki çayın buharını bir kez daha kokladı, büyük bir hazla bir yudum daha içti. Henüz yolun başındaydı, Aşması gereken birçok engel, geçmesi gereken birçok aşama vardı. Ülkenin durumu geldi aklına: Ortalık toz duman, can güvenliği yok. Özellikle üniversitelerde okumak oldukça güç. Olaylar, kavgalar. Ölümler… bu durum eğitimi aksatıyor nerede ise imkânsız hale getiriyordu. Her gün onlarca genç siyasi çatışmalarda ölüyor, yaralanıyor gazetelerde radyo ve televizyonda haberlere konu oluyordu. Ülkenin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor, çok zor koşullarla mücadele ediyor, çok çetin günler yaşıyordu. Halk yoksulluk, yokluk, çaresizlik içinde ümitsizce çırpınıyordu. Hükumet ekonomik kıskacın dişlileri arasında eziliyor, devletin kasası tam takır. Merkez Bankası da ha keza. Diğer devletlerden borç almaya giden Bakanlar, üst düzey yöneticiler eli boş dönüyor, İMF, Dünya Bankası gibi ekonomiyi yönlendiren kurumlar bile artık Türkiye ye para yetiştiremez durumdaydılar. Belli ki bazı odaklar Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almak, bağımsızlığını yok etmek ve yıkmak için komplo teorileri üreterek bu senaryoları hazırlayıp uyguluyorlardı. Türkiye yokluklar ve yoksullar ülkesi konumundaydı. Çay, şeker, mazot ve diğer yakıtlar, margarin, sıvı yağ gibi temel tüketim maddeleri yoklar arasında. Her şey kara borsa. Bazıları da daha fazla kazanç elde etmek adına sağlıksız koşullarda stoklayıp sakladıkları temel tüketim ürünlerini fahiş fiyata satarak kirli sermayelerine kat kat ilave ediyorlardı. O dönem de devletin on yedi şeker fabrikasında tam üretim yapılmasına karşın şeker bulmak mümkün değildi ne hikmetse. Çay-kur da aynı şekilde. İşte böyle kaotik ortamda yaşamak hele hele okumak gerçekten de çok zordu. Kemal derin düşüncelerde iken tanıdık bir sesle kendine geldi. Bu arkadaşı Kerimdi. Burada aynı evde birlikte kalacağı, çocukluk arkadaşıydı. İki arkadaş hasretle kucaklaştılar.

“Hoş geldin Kemal” dedi, Kerim.

– “Hoş buldum. Gel otur bir çay iç, sonra kalkarız.” dedi Kemal, eliyle garsona iki çay işareti yaparak yerine oturdu. İki arkadaş hasretle koyu bir sohbete daldılar…

Kerim açık kumral düz kısa kesilmiş saçlı, kahverengi gözlü, beyaz tenli, orta boylu, zayıf, sakin görünüşlü, on sekiz yaşında, kendi halinde bir gençti. Kendince yakışıklı da sayılırdı. Kemal ise uzun boylu atletik yapılı, oldukça yakışıklı öz güveni olan on sekiz yaşında bir gençti. Geriye doğru şekillendirilmiş kulak bölgesi ve favorileri kısa, enseye dökülen uzun, koyu kumral saçları ise ona ayrı bir hava veriyordu. Yeşile çalan ve ışığa göre değişkenlik gösteren sarı ela gözlerinde ve bakışlarında insanı rahatlatan ve güven veren bir sadelik vardı. Sürekli gülümseyen temiz yüzlü, sakin bir yapıdaydı. Kerim ile çocukluğunun ilk yıllarından bu yana arkadaştılar. Aynı sokakta birlikte büyümüşlerdi. Tüm okul yıllarında birlikte ve aynı sınıfta okumuşlar. Aydın Lisesi’nden birlikte mezun olmuşlardı, Kerim Muğla Eğitim Enstitüsü’nü kazanıp kaydını yaptırmıştı. Kemal ise Aydında orta okuldaki öğretmenlerinin kurmuş olduğu kırtasiye ye yönelik tüketim kooperatifinde çalışmaya başlamıştı. Bahar gelmiş havalar ısınmaya başlamıştı. O sıralar hükumet değişikliği yaşanmış üniversiteye gidemeyen öğrencilere yeni bir hak tanınmıştı. Çünkü o dönemde okullar sık sık yaşanan öğrenci olayları yüzünden düzgün eğitim yapamamış, çoğu günlerini kapalı geçirmişti. Bu haktan yararlanmak isteyen Kemal de gerekli tüm evraklarını hazırlayıp, Muğla’ya Halim’ in yanına gelmişti. Birlikte Eğitim Enstitüsü’ne gittiler. Fazla sıra yoktu, oyalanmadan kesin kayıt işlemlerini tamamlayan Kemal çok mutluydu, ayakları sanki yerden kesilmiş sanki bulutların üzerinde gibiydi. Yüzü gülüyor, yeşile çalan sarı ela gözleri bir başka parlıyordu. İdeallerine ulaşmak için ilk adımını atmış bu ilk aşamayı gerçekleştirmenin derin hazını yaşıyordu. Kerim O’na kaldığı evde yer de ayarlamıştı. Zekiye Nine’nin sahibi olduğu bu evde, birlikte aynı odada kalacaklardı. Yücel o gece sabaha kadar heyecandan uyuyamadı. Bir an önce Güneş’in gülümseyen yüzünü göstermesini istiyor, yattığı yer yatağında dönüp duruyordu. Zaman hiç bu kadar ağır işlememişti, dakikalar gün, saatler ay kadar uzun geliyordu. Heyecandan dili damağı kurumuş, alnında boncuk, boncuk terler oluşmuştu. Bu evde henüz ilk gecesiydi, çekiniyor, ne yapacağını bilemiyor öylece oturuyordu. Yatakta bir o yana bir bu yana dönüp durmaktan da sıkılmıştı iyice. Halim’e baktı, mışıl mışıl uyuyordu pervasızca. Güneşin ilk ışıkları pencerenin camından süzülerek içeri girmeye, odayı aydınlatmaya başlayınca yatağından doğruldu, yanında ayrı yatakta yatmakta olan arkadaşının omzundan dürterek, seslendi.

– Kerim, kalk, uyan, bak sabah oldu. Okula geç kalacağız…

Ne yaptıysa arkadaşını uyandıramadı, Kerim bir türlü uyanmıyordu. Kalktı, sessizce odadan çıktı, sabah temizliğini yaparak tekrar odaya döndü. Arkadaşı hala derin bir uykudaydı. Bir çırpıda okula giderken giyeceği giysilerini giyindi. Tekrar arkadaşını uyandırmaya çalıştı.

– Kerim! Kerim! Haydi uyan artık, okula geç kalacağız…

O sırada Sabah ezanında uyanıp, namazını kılan Zekiye Nine mutfakta sabah kahvaltısını hazırlamıştı bile. Odanın ortasına serilen küçük kareli, siyahlı grili sofra bezinin üzerine kasnak, kasnağın üzerinde ise yeni kalaylanmış büyükçe bir bakır sininin içine yerleştirilmiş; zeytinyağlı kesik, dilme yeşil zeytin, taze koyun peyniri, bal, haşlanmış yumurtanın yanı sıra kızarmış ekmeğin mis gibi kokusu ta odaya kadar geliyordu.Zekiye Nine mutfakta oturduğu yerden seslendi: “Çocuklar kahvaltı hazır. Haydi acele edin, yoksa okula geç kalacaksınız!!” Kemal Kerim’i omuzlarından sarsarak uyandırdı.

– Kalk haydi. Zekiye Nine bizi çağırıyor, kahvaltıyı hazırlamış. Okula geç kalacağız. Ben hazırım seni bekliyorum.

Kerim umursamaz bir tavırla kalktı, şöyle bir gerinerek sakin bir şekilde sabah temizliğini yaptıktan sonra giyindi. Birlikte mutfağa indiler. Kemal ise coşkusunu gizleyemiyor ne yediğini fark edemeden telaşla bir şeyler atıştırıyordu. Kerim ise tam tersi rahat ve umursamaz bir şekilde kahvaltının tadını çıkarıyordu. Kemal arkadaşının bu rahat umarsız tavrına bir anlam veremiyor, şaşırıyordu. Oysa kendisi heyecandan tir tir titriyor, büyük bir şevk ve hevesle, bir an önce okulda olmayı arzuluyordu. Geleceğini inşa edeceği o kutsal yuvaya ulaşmayı, kendisi gibi arkadaşlar edinmeyi ve onlarla kaynaşmayı istiyordu…

Bu düşünceler içerisinde okula hangi ara geldiğini fark edemedi. İşte o kutsal yuvadaydı artık. İdeallerini gerçekleştirebileceği o kutsal yerdeydi. Şaşkınlıkla çevresine bakınıyor, tanıdık bir sima bir dost arıyordu. Kendisi gibi onlarca genç ikişerli üçerli gruplar halinde toplanmış kendi aralarında sohbet edip, gülüşüyorlardı. Hepsinin gözlerinde ayrı bir sevinç ifadesi okunuyordu. Birden gözü okulun giriş kapısına takıldı, kapıda o ana kadar görmediği güzellikte; düz, uzun açık kumral saçları yürüdükçe dalgalanan kuğu gibi zarif, uzunca boylu, alımlı, şık genç bir kız havalı yürüyüşüyle kapıdan içeri girmek üzereydi ki aslında mahcup ve çekingen olan Kemal büyülenmiş gibiydi nasıl ve neden olduğunu anlayamadığı istem dışı bir davranışla genç kızın yanına gitmiş, yeşile çalan ela gözlerinin derinliklerinde yitip giderken bilinçsizce elini kıza uzatmıştı bile. Kibar nazik bir ses tonu ile:

– Hoş geldiniz. Tanışalım. Ben Kemal, bu okuldaki ilk günüm. Siz de burada mı okuyacaksınız? Öğrenci misiniz? diyebilmişti. Ani gelişen bu durum karşısında genç kız şaşkın bir tavırla elini uzatmış, bu davete kayıtsız kalmamış belki de nezaketinden elini uzatarak karşılık vermişti.

– Hoş buldum. Ben de Sezen, bu okulda öğrenciyim. Çok ani oldu ama tanıştığıma memnun oldum.

– Ben de çok memnun oldum. Teşekkür ederim beni kırmadınız.

– Rica ederim, aslında pek yaptığım bir davranış değildir ama sizi incitmek istemedim. Nasıl olduğunu bilmiyorum. Derken yanakları pembeleşti bir anda. Bu güzelliğine daha ayrı bir anlam kazandırmıştı sanki. Birlikte okulun bahçesindeki büyükçe bir çam ağacının gölgesine doğru yürümeye başladılar. Kemal’in de heyecandan yüzü kızarmış, kalbi sanki göğüs kafesinden fırlayıp çıkacakmışçasına hızlı hızlı atıyordu. Ne söyleyeceğini kestiremiyor, söze nasıl başlayacağını bilemiyordu ki Sezen.

– Sizi ilk kez görüyorum. Yeni kaydolanlardansınız sanırım, diye söze başlayınca sohbet başlamış oldu, gittikçe koyulaştı. Çok iyi anlaşıyorlardı. Güzel ve seviyeli bir arkadaşlığın temeli atılmıştı artık. Birbirlerini tanımaya başlamışlar; gülüşüp, şakalar, espriler yapıyorlar neşe içinde günün nasıl geçtiğinin farkına bile varamıyorlardı. Yücel ise kendini tanıyamıyor, durumuna inanamıyor hayretler içinde kendine şaşırıyordu. Bir genç kızın yanında ilk kez bu kadar rahat, bu denli neşeli ve espriliydi. Oysa çekingen mahcup kendi halinde biriydi. O gün zamanın nasıl geçtiğini Halim’in yanlarına gelip ders saatinin sona erdiğini hatırlatmasıyla fark ettiler. Sanki rüya aleminden gerçek dünyaya dönmüş gibiydiler. Kemal, Sezen’e dönerek:

– Aynı evde kaldığımız arkadaşım Kerim.

Sezen’ e dönerek:

– Kız arkadaşım Sezen.

Sezen gülümseyerek nazikçe elini uzatıp:

– Memnun oldum.

Bu durumdan hoşnut olmadığı her halinden belli olan Kerim de elini uzatarak:

– Ben de memnun oldum. Sizi okulda görürdüm, pek erkek arkadaşınız yok gibiydi, kısmet bugüneymiş. Sezen ile Kemal birbirlerinin gözlerine bakıp, tebessüm ederek vedalaştılar. Okulun en güzel kızının kendisi ile değil de Kemal ile konuşması Kerim’in kıskanmasına neden olmuş, bu durum hiç hoşuna gitmemişti.

Her şey çok güzel ilerliyordu, Kemal ile Sezen arkadaşlıklarını pekiştirmişler, ayrılmaz ikili olmuşlardı. Derslerden arta kalan zamanlarını sürekli birlikte geçiriyorlar ve bundan da mutlu oldukları her hallerin-den belli oluyordu, konuşuyorlar, gülüşüyorlar gençliklerinin verdiği o pervasız davranışları yaşıyorlardı. Kemal her geçen gün Sezen’e daha çok bağlandığını hissediyor sevgisi gün geçtikçe derinleşiyor ve güçleniyordu. Sezen de aynı duygu yoğunluğu içerisindeydi. Kemal’e bakışları değişmiş gözlerinde sevgi yıldızları ışıl, ışıl yanıyordu. Her ikisi sevdiklerinin bilincindeydi fakat söylemeye cesaretleri yoktu. Bu durum Kemal okuldan mezun oluncaya dek güçlenerek devam etmişti. En son gün konuşmuşlar birbirlerine sıkı, sıkı sarılmışlardı veda ederken. Kemal “seni seviyorum Sezen” demek istiyor, bir türlü o iki kelimeyi söyleyemiyordu kendi kendine kızıyordu. Serpil de aynı duygular içerisindeydi. Yaşadıkları dönem bu mümkün değildi. O dönem çok farklıydı ve okuldaki gençlik, öğrenci yapılanmaları bu tür ilişkilere izin vermiyordu. Ülkede onca çözümlenmesi gereken sorun varken olmazdı, olamazdı. Kemal okulda yaşanan onca olaylara rağmen Sezen’i korumaya gayret etmiş, onun bu tür öğrenci olaylarına bulaşmasına engel olmuştu. Duygusal bir ilişki yaşanamayacağının bilincindeydi ama kalbine söz geçirememişti işte. Birbirlerinden zorla koptular. Vedanın ardından ağır adımlarla gitmeye çalışan Kemal birkaç adımda bir ardına dönüp Sezen’e bakıyor O’nun sağ elinin havada kalmış son görüntüsünü beynine kalbine nakşediyordu canı yana yana. Gözlerinden yaşlar süzülüyor, kalbi sanki ikiye ayrılmış yarısı Sezende kalmış gibi kanıyordu. Bu Sezen’i son görüşüydü. Bir daha hiç görememişti. Ne bir haber, ne bir mektup, ne de bir iz… ne kadar çok çaba harcasa da yıllar içerisinde Sezen’e ulaşamamıştı. Kemal, Sezenden beş ay sonra okula başlamasına rağmen, hükumetin çıkardığı bir genelgeyle kesintisiz eğitime devam etmiş, mezuniyet yılı dolayısıyla ondan önce mezun olmuş, Sezen’e “seni çok seviyorum” demeye fırsat bulamadan Maraş’a ataması yapılmış ve hemen görev yerine gitmek zorunda kalmıştı…

İşte böyle başlamıştı Kemal ile Sezen’in platonik aşkı. Kemal, yüreğinin en özel, en değerli yerinde saklamıştı ilk, tek ve son aşkını. Kendi özel dünyasında, kendi kendine, kendince yaşıyor ve yaşatıyordu. Bu kimsenin bilmediği, kimseye zararı olmayan öyle güçlü, öyle temiz, arı, duru bir sevdaydı. Yıllar geçtikçe değerinden hiçbir şey yitirmiyor aksine tazelenip güçleniyordu. Kemal idealist bir öğretmen olarak yurdun çeşitli bölgelerinde çalıştıktan sonra memleketi olan Aydının uzak bir köyünde emekli olmuştu. Gittiği her yörede Sezen’i araştırmış, aramış belki bir gün mutlaka umuduyla ama ne yazık ki bulamamıştı. Bu durum Kemali üzse de yıldırmıyor, aksine daha da güçlendiriyordu. Bilişim teknolojisi geliştikçe bulma umudunun arttığını hissediyor aramalarını o yönde yoğunlaştırıyordu. Çeşitli arama motorlarından onu araştırıyor, arıyor ama bulamıyordu. Evlenmiş olabilir, soyadı değişmiştir diye düşünerek ismen arayıp, fotoğrafları inceliyordu ki bir gün Facebook’ta gezerken aklına geldi ilk aşkı Sezen. İsmini ve soyadını yazdı. Aynı isim ve soyadlı birçok insan vardı. Bir fotoğrafı ona benzetti. Bilgilerine baktı. Birebir tutuyordu. Kalbi büyük bir coşkuyla çarpmaya başlamış, heyecandan tüm vücudunu anlamını bilemediği bir ateş basmış, bir tuhaf olmuştu. Ne hissedeceğini bilemiyordu çocuk ruhu kelebek olmuş uçuyordu. Sanki yeniden doğmuş gibiydi. Hemen arkadaşlık teklifi göndermiş, Messenger’ına da;

“Yanılmış olamam. O sensin yıllardır aradığım bir türlü izine rastlayamadığım okul arkadaşım Sezen. Ben Kemal, hatırlamış olmalısın. Muğla Eğitim Enstitüsü’nden. Lütfen mesajımı okuyunca cevap yazar mısın?” diye yazmıştı. Kemal heyecanla her gün defalarca mesajlara bakıyor, beklediği haber bir türlü gelmiyordu. “Eminim sen O sun. Okul arkadaşımsın. Sezen lütfen bir şeyler yazar mısın?” Aradan günler, haftalar aylar geçti, beklenen cevap bir türlü gelmiyordu. Facebook sayfasına bakıyor hiçbir değişiklik olmadığını görüyor ve umutsuzluk her geçen gün çığ gibi büyüyordu. Bir gün hiç ummadığı bir anda Messenger’dan uyarı aldı. Baktı. Nihayet Sezenden o beklediği yanıt gelmişti. Okuyunca tarifsiz bir mutluluk hissetmiş, coşkudan ayakları yerden kesilmiş, bulutlarda uçuyor gibi olmuştu. Hemen bir şeyler yazdı. Birkaç gün sonra yine yanıt geldi. Nihayet sonunda başardım diye düşündü Kemal. Birbirlerine telefon numaralarını vermişler ve telefon ile de konuşmaya başlamışlardı. Hiç evlenmemişti Sezen, üstelik de çok önemli bir trafik kazası atlatmış ve çok önemli bir hastalıktan yeni yeni iyileşme sürecine girmişti. Her şey kırk yıl öncesi gibiydi. Bilip de söyleyemedikleri aşkları kaldığı yerden devam ediyordu. Ancak Sezen Kemal’i bir türlü affedemiyor, saklamak istese de kırgınlığını gizleyemiyordu. Üstelik Kemal’in evli olduğunu ve üç çocuğunun olduğunu öğrendiğinde çok üzülmüş, öfkesi bir kat daha artmıştı. Yine de kırk yıl sonra sevdiği ne kavuşmanın büyüleyici etkisiyle sessiz kalmayı yeğliyordu. Sadece arkadaş olarak kalmaları gerektiğini düşünüyor ve bunu Kemal ile de konuşuyorlardı. Bir gün yine bir telefon konuşmasında Kemal tüm cesaretini toplayarak; “Sezen sana bir şey söylemek istiyorum, bunu kırk yıl önce söylemeliydim.” Sezen merak ve heyecanla “Haydi söyle, çok merak ettim. Neymiş bu söyleyemediğin şey?” Kemal yutkundu. Kafasında söyleyeceği cümleleri bir daha, bir daha kurguladı. Ağır ağır ve yumuşak bir ses tonuyla; “Okuldayken Seni çok seviyordum biliyor musun? Çok kere niyetlendim ama bir türlü söyleyemedim. O sevgim hala devam ediyor. Hem de eskisinden çok daha büyük çok daha güçlü.”

Sezen; “Biliyordum, Ben de seni seviyordum ilk senin söylemeni bekledim hep ama sen söyleyemedin. Şimdiki aklım olsa ben söylerdim…” Kemal çok istemesine rağmen söyleyemediği o iki kelimeyi neden söyleyemediğini açıklamıştı da Serpil onu pek anlayamamıştı. Aklı havsalası almıyordu. Bir ömür bu yüzden harcanmaya değer miydi? Aslında çok da haklıydı. Gençliğin acemi toyluğu işte diye düşündü. Kemal ise çok mutlu olmuştu. Kırk yıl gecikmeli olsa da aşkını itiraf etmenin huzuru ve mutluluğunu doyasıya yaşıyordu. İçi rahatlamıştı. Kırk yıldır vicdanını rahatsız eden iç dünyasında kendiyle hesaplaşması, pişmanlığıyla yüzleşmesi, bunu Sezen ile paylaşması ruhuna iyi gelmiş, rahatlamıştı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Her ikisi de bunun farkındaydı. Kemal yarının neler göstereceği belli değil diye düşünerek umutla beklemeye başlamıştı…

Yıllar sonra yeniden,
Tutabilmek ellerini,
Duyabilmek sesini,
Pervasız bir özlemle,
Bakabilmek gözlerine.
Anlayabilmek seni,
Görebilmek ruhunda,
Ayrılığın izlerini.
Sensizliğin acısını,
Gülüşündeki hüzünden,
Hissedebilmek mutluluğunu.
Yıllar…
Yıllar sonra yeniden,
Görebilmek seni…

Hasret dediğin nedir ki?
Yüreğimde kanayan yara,
Gözlerimde yağmur,
Sabahsız geceler,
Sensizlik…
Hasret dediğin nedir ki?
Yudum, yudum içtiğim,
Bitmeyen içkim,
Doğmayan güneş,
Boynu bükük çiçeğim…
Hasret dediğin nedir ki?
Çektiğim çile,
Akıttığım gözyaşım,
Geçmeyen zaman,
Kavuşma ümidim,
Ve sen…

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version