Umut Işığı

Seçim Emer 19 Görüntüleme Yorum ekle
9 Dak. Okuma

İnsan gelecek güzel günlere daha güçlü adımlarla ilerleyebilmek için geçmişe gidermiş bazen. Bir rüyadan ibaret olan geçmişin kalıntılarında gezinirken geleceğe doğru attığı her adımı daha da güçlenirmiş. İşten çıkmış, kendimi yorgun argın bir parkın karşısında duran bir banka bırakıvermiştim. Dünya kadar işim, karamsarlıklarım, olmazlarım beni çok yormuştu. Parktaki çocuklarda bu duygu hiç yoktu. Kaygısız bir şekilde oynuyorlardı. Çocukların arasında altı yedi yaşlarında, kumral, saçları iki yandan örülmüş bir kız çocuğu oradan oraya koşturup duruyordu. Onun bu coşkusu beni o yaşlarda yaşadığım günlere götürdü. Henüz okula yeni başlamıştım. Annemse o zamanlar saçımı düzgün örmeyi bir türlü başaramazdı. Saçlarımı ya ortadan ikiye tam ayıramaz ya da bir tarafını hep yamuk örerdi. Çocuk yüreğimle bu duruma çok üzülürdüm. Arkadaşlarım yamuk saçlı Yağmur diye dalga geçerlerdi. Kimsenin olmadığı bir yere gider, sessizce ağlardım. İhtiyaçlarımın çoğunu arkadaşlarıma göre daha erken karşılamam gerekiyordu. Dişlerimi eksik yer kalmadan fırçalamak, eşyalarımı annemin tam da elinin altındaymış gibi hissedebilmesi için onları hep aynı yerine koymak görevlerimin arasındaydı. Annem ve babam beni sadece sesimden tanırdı. Sesim eğer çok uzaklardan gelmiyorsa annem yakında bir yerde olduğumu anlar, güvende olmama sevinirdi. Karanlık dünyalarının tek ışığı bendim onların. Evin küçük işlerinde annemin hep destekçisiydim. Babamın en sevdiği kahve fincanlarının yerini, annemin en sık kullandığı parfümün nerede olduğunu her daim bilirdim. Annemle beraber hazırladığımız salatalarda büyük bir özveriyle çalışırdım. Maydanozun sararmış kısımlarını ayıklar, yeşil kısımlarını doğraması için ona verirdim.

Her sabah uyandığımda gökyüzüne, güneşe bir de onlar için bakardım. Annemin saçımı fiyat etiketi çıkarılmamış bir tokayla toplamasına içerlemezdim. Bazı kıyafetler ters de giyilebilirdi. Babamla alışveriş yaparken uğramamız gereken reyonlara hep hakimdim. O şefkatli sesiyle babam:

– “Kahramanım, biricik kızım.” derdi.

Çok güzel ve zor bir iş başarıyormuşçasına mutlu olurdum. Annemin göremediği benim direktiflerimle yapabildiği harika yemeklerine bayılırdım. Her zorluğa rağmen birbirimizi koşulsuzca severdik. Sıradan insanların incir çekirdeğini doldurmayan bahanelerle yaptıkları tartışmalar bizden hep uzaktı. “Beni anlamadı, görmezlikten geldi,kesinlikle umursamıyor.” Cümleleri bizde pek kullanılmazdı. O iki şansımın sabrı karşısında kendi sabrımın ne kadar yetersiz olduğunu düşünerek bazen üzülürdüm. Onlarla birlikte sürdürdüğüm bu yaşam bana sınırsız sabır ve dayanma gücü veriyordu.

Kadifemsi bir sese sahip olan babam sesiyle severdi beni. Öyle ya sevgi sadece görmeye, görebilmeye tabî olan bir şey değildi. İnsanlar sesiyle de sevebilirdi. Göremese de engel değildi bütün bunlar. Hissetmek, hissedebilmek bütün duyulara egemendi. Bu zorluklar içerisindeyken elbette her şeye mızmızlanan bir kız çocuğu olamıyordum. İhtiyaçlarımı görmemin,dondurmamı,mısırımı kendim alıyor olmamın sağladığı öz güvenle her zaman güçlü bir kız oldum.

Üç kişinin ortak kullanabildiği gözlerdi gözlerim. Üç kişilik bakıyordum hayata. İki karanlık dünyanın parlayan tek ışığıydım. Görünemeyen ama varlığıyla yaşama bağlayan en parlak yıldız. Hissetmenin ne kadar kutsal bir şey olduğunu daha o zamanlarda anlamıştım. Bize emanet edilen uzuvlar haricinde insanca hislere sahip olabildiğimizde gerçekten insan olabiliyorduk. Göremediği halde yüzümün düştüğünü, mutsuzluğumu anlayan annem göremiyor muydu gerçekten? Sabah kalktığımda bahçedeki kediyi doyuran, çiçekleri büyük bir özenle sulayan,onların isimlerini kokularından tanıyan babamın görme engelinin olabileceğini düşünmedim hiç. Ergenlik dönemimde fiziksel değişimlerime tanık olamasalar da olgunlaştığımı dilimden okuyorlardı. El yordamıyla iletişim kurabildikleri dünyalarında hayalini kurdukları Yağmur olamamaktan her zaman çok korkuyordum. Kendileri göremiyor olsa da en değerli varlıklarının dünyanın güzelliklerini görüyor olduğunu bilmeleri… Kuşkusuz bilmeleriydi bu hayata bağlanma sebepleri. Saçlarımın,boyumun uzadığını annem o küçük ellerini üzerimde gezdirerek anlardı. Bukle bukle olan saçlarım onun yüreğinde sıcacık sevgisiyle dallanıp budaklanan, etrafa güzel kokular saçan bir sarmaşıktı. O beni severken göğsümün üzerine bembeyaz bir kuş konmuş da doyasıya beni seyrediyor gibi hissederdim. Ürkek,zarar vermekten delice korkarak beni bağrına basardı.

Onların durumları hem hüznümü hem de şükrümü arttırırdı. Görebilen insanların gün batımını, denizi seyrederken hayran kalmamalarına bu durumu sıradanmış gibi algılamalarına şaşar kalırdım. Hiçbir maddiyatın karşılayamayacağı kadar zengin bir donanıma sahipti insanoğlu. Farkında değildi. Farkında olmak için sanki hiç de çaba göstermiyordu. Babam tertemiz yüreğiyle kendisine yönelen her isteği geri çevirmezdi. Gören gözlerin onca kusur aradığı şu dünyada kimsede kusur aramazdı. Bağlama çalmayı çok severdi. Yaşayamadığı, göremediği şeylere sitem etmeden tatlı bir dille içindekileri türkülerle akıtıverirdi.

Bir çocuktan, bir gençten daha fazlasıydım ben. Onları koruma görevi benimdi artık. Biraz anne…Biraz baba… Sisli,puslu dünyalarının tek net manzarasıydım. Sabır yağmurlarından sonra görebildikleri tek gökkuşağı…Bu zorluklara rağmen o iki kahramanıma güç olan ben şimdilerde kendimde o gücü bulamıyordum. Sadece kendini düşünen insanların arasında bunalmış hissediyordum. İnsanlar… Kendileri dışındaki tüm canlılar doğaya hizmet ederken sadece kendi kaplarını doldurmakla meşguller. O bitmek bilmeyen ihtiyaçlarını karşılarken en önemli yanlarını

“İnsanlıklarını” aç bırakıvermişler. Oysa annem kışları içtiğimiz o sıcacık çorbamızı bitirir bitirmez kapının önüne bir kap da hayvanlar için koyardı.İnceliğin, ince düşünmenin giderek azaldığı, kötülüğün bir girdap gibi insanı içine çektiği bu dünyada yaşamak istemiyordum artık. İstiridye içinde ne kadar inci taşısa da denizin pisliğinden etkilenirmiş meğer. Babam birden:

– “Güzeli gör Yağmur.” dedi.

O an ellerini omzumda hissettim. Onlar beni bu anlayışla büyütmüştü. Yaşadığım süre boyunca baktığım pencereler kirli bile olsa onları berraklaştıracağıma söz vermiştim. Geçmişten kurtulabildiğim anlarda gözlerim parktaki yetişkinlere daldı. İnsanlar nasıl da telaşlı. Tüm benliklerini bir yerlere yetebilme, yetişebilme duygusu sarmış. Durup nefes alabilseler keşke. Geçici duyguların, insanların arasında kaybolup erimeseler. Bazı durumlara hükmetme güçlerinin olmadığını anlayıp teslim olabilseler. Yönettiklerini düşündükleri ömür çizgisinde tam tersi etkisiz bir eleman olduklarını bilebilseler. Bu hayat hengamesinde gayesini bulamadan geçmişe karışmış, silinmiş o kadar insan var ki sadece nefes alan. Yiyen,içen,zaman öldüren… Anlam kelimesini ömrünün en uygun yerine yerleştiremeyen. Anlamak için geldiğimiz bu dünya hakkında düşünmek için bile zaman bulamayan bir insan kitlesi.

Bu güçlü iki kişinin arasında hayatı sorgulayarak büyümüştüm. Sabrın öğreticiliğini tatmıştım. Bizim kusur olarak gördüğümüz, eksiklik olarak tanımladığımız her şeyin insana insan olma yolunda kattığı önemli şeyler vardı. Tüm bu sıkıntılar insanı olgunlaştırıyordu, güçlendiriyordu. Tavında dövülerek kaskatı kesilen bir demir gibi. Annemin ve babamın derin sevgilerinin karşısında diğer insanların ilişkileri oldukça acizdi. Her durumda karısını çekiştiren patronum sevginin gücünü nereden bilebilirdi? Annemin yüzünü sadece tahmin edebilen ve böyle seven babamın sevgisini yüreğinde hissedebilir miydi? Görüyor olsak da biraz kusurları görmezden gelebilseydik keşke. Güzel olana ve iyi niyete çevirebilseydik gözlerimizi. Bunu uygulamak görmenin ötesinde bir şeydi. Koskoca iş yerine sığamayan onca insan vardı. Belki de sığamayan sadece onlar değildi. Bitmek bilmeyen hırsları, egoları, istekleri koca binayı kaplayıvermişti. Samimiyetsizliğin ve tahammülsüzlüğün kol gezdiği bu yerde ailemle birlikte beslediğim hoşgörüye o kadar ihtiyacım vardı ki.

Parkı izlerken birden çocuğunun peşinden ayrılmayan bir anneye gözüm çarptı. Çocuğuna zarar gelecek diye çok korktuğu halinden belliydi. Eskiden annemin aynı konuda yapabilecekleri sınırlıydı. Sadece sesiyle takip edebildiği kızı için dua edip teslim olmaktan başka şansı yoktu. Bunları düşünürken onun inancına ve teslimiyetine bir kez daha hayran olmuştum. Ruhsuz bir şekilde parkın önünden geçen insanları gördüm. Hayat karşısında ham bir meyveyi yemiş gibi yüzlerini buruşturuyorlardı. Sadece anlık bir gölgelik geçici bir durak olan bu hayatı bu denli önemsemek ne derece doğruydu? Babam her şeyin ötesini görmek lazım,derdi ve insanın derinliklerini bilmesi lazım diye eklerdi. İnsan bu derinliklere inmekten korkmamalıymış. Yük taşımaktan kamburlaşan sırtlarımızı rahat bırakmak gerekirmiş.Bu yüklerin sadece kendimize ait olmadığını düşünerek dünyaya havale etmek. Zorlukları, sorunları çok içselleştirmemek. Bir saniyesine bile hükmedemediğimiz dünyada çok da düşünmeye değmez derdi babam. Bu duygu yoğunluğuyla banktan ayrılamıyordum. Yanımdaki ağaca birden iki güzel kumru konuverdi. Sanki tanıdık birini görmüşüm gibi heyecanlanmıştım. İçimde biriken dağ gibi özlemle kumruları izlemeye koyuldum. Birisi uçtu yakınıma kondu. Belki de o da uzaktan görmekle yetmeyecek kadar özlem doluydu. Bulamama ihtimaline rağmen insanın gözleri neden sevdiklerini arar? Onları düşünerek hayata geri döndüm. Hayata onlardan öğrendiğim şekilde bakmaya devam edecektim. İnsanlara güvenebilecek,her şeye rağmen insanları sevebilecektim. Eksik yaşanan bir hayatın tamamlayıcısıydım ben. Annemin kelebeği babamın meleği olarak bu hayatı onlar olmasa da korkmadan üç kişilik yaşamaya devam edecektim.

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Seçim Emer
Bağlantılar:
Öğretmen
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version