Sabah sisi, Boğaz’ın üzerinden hâlâ kalkmamıştı. Taş kaldırımlar nemden kaygandı, ayaklarımın altında yüzyılların yorgun sesi vardı. Kıyıya indiğimde, küçük bir kız çocuğu dikkatimi çekti. Rüzgâr, saçlarını alnına yapıştırmış, elinde küçücük bir tahta kayıkla oynuyordu.
Yanına oturdum. Kayığı dalgaların arasına bıraktı, sonra bana dönüp gülümsedi.
“Kayığımın içinde ne olacağını hiç bilmem.” dedi. “Ama yüzmesini izlemek her zaman güzel olur.”
“Peki ya kayığın batarsa?” dedim.
Denize gözlerini değdirerek, “O zaman yeni bir kayık yaparım. Hadi bana eyvallah…”
Kalkıp gittiğinde, ıslak taşların üzerinde küçük bir kâğıt parçası kalmıştı. Aldım. Üzerinde tek cümle vardı:
“Yol, suya bırakılan bir kayık gibidir.”
Cümlenin ne anlama geldiğini bilmiyordum ama hissettim ki bu, yolculuğumun ilk işaretiydi. Üsküdar’a vardığımda ikinci kapının tam önünde durmuştum. Teslimiyet kapısı karşılıyordu beni.
Mihrimah Sultan Camii’nin avlusunda ince gölgeler düşüyordu. Yaşlı bir adam, oltasını kıyıya salmıştı. Yanına oturunca hafifçe başını çevirdi.
“Beklemek, denizin dilinden anlamaktır.” dedi.
Halini okumak isteyerek, “Hep böyle mi beklersiniz?” dediğimde tebessüm çizgileri git gide derinleşti. Yılların bilgisini tek cümleye doldurmaya çalışıp, gözlerini oltasından ayırmadan:
“Teslim olunca, beklemek zor gelmez.” cümlesini aktardığında, kendisinin de bu yanıtı verdiğine şaşırdığını anlamıştım.
Kelimeler, zamanın kararlaştırdığı bir son gibi dilinden dökülmüştü. Duyduğum bu cevap, bildiğim kavramların tanımını değiştiriyordu. O an cebinden küçük bir taş çıkardı, avucuma koydu. Taşın üzerinde belli belirsiz bir işaret vardı; dalga çizgisine benzeyen bir oyuk.
“Bu, denizin sana gönderdiği mesaj.” dedi.
Daha fazla bir şey söylemeden oltasına döndü. Taşı cebime koydum, içimde hafif bir huzur vardı ama aynı zamanda o oyuk çizginin anlamını merak ediyordum.
İstanbul’u ruhumda hissetmeye devam ediyordum. Ayaklarım beni Balat’a ve üçüncü kapıma ulaştırmıştı. Hatıralar kapısında beni bekleyen bir anahtar vardı.
Balat sokaklarına girince bambaşka bir zamana adım atmış gibi hissettim. Renkli evler, paslı demirler, taş merdivenler… Bir evin önünde yaşlı bir kadın duruyordu. Elinde bir anahtar demeti vardı, metal sesleri yankılanıyordu.
“Evlat,” dedi, “bazı hatıralar, ancak doğru anahtarla açılır.”
Anahtar demetinden bana küçük, paslı bir anahtar verdi.
“Bunu sakla. Ne zaman açacağını bilemezsin.”
Tam teşekkür edecekken kadın, arkasındaki kapıdan içeri girdi. Kapı kapandı, pencereden bakınca içerisi boştu. O evde kimse yaşamıyordu.
Ben ise yolunda sükûnetle ilerlemeye söz vermiştim. Kendine has havasıyla Eyüp semtine geldiğimde dördüncü kapı olan huzur kapısına da erişmiştim.
Eyüp Sultan avlusunda güvercinler başımın üzerinden geçiyordu. Türbenin önünde genç bir çocuk dua ediyordu. Yanıma geldi, gözleri ıslaktı.
“Huzur, bazen sessizlikte saklanır. Ama sessizliğe ulaşmak için gürültüye de şahit olman gerekir.”
Bana küçük bir defter uzattı.
“Bu, yolculuğunda lazım olacak. Ama içindeki sayfalar boş.”
Defteri açtım, gerçekten boştular. Sormak için başımı kaldırdığımda çocuk yoktu. Sokakları gezdikçe kapılarımın sayısı artıyordu. Gördüklerim, bambaşka dünyaların olduğuna beni şahit kılıyor, bakışıma hayret katıyordu.
Karşımda gövdesi, yüzyılların rüzgârıyla aşınmış, taşları hâlâ sabırla ayakta duran o devasa yapı vardı. Tepesindeki külah, gökyüzüne doğru uzanan bir miğfer gibi parlak ay ışığını yansıtıyordu. Etrafındaki dar sokaklarda kahve ve taze ekmek kokusu karışıyor, uzaktan gelen hafif bir müzik sesi bu eski taşlara değip yankılanıyordu.
Bir kuleden çok daha fazlasıydı. Bu ihtişama tanım olurken, Galata Kulesi’nin dar sokaklarında gitar çalan bir genç gördüm. Kimse dinlemiyordu ama o çalmaya devam ediyordu.
“Niye bu kadar ısrarla çalıyorsun?” dedim.
“Çünkü bazı kapılar yalnızca müzikle açılır.” dedi.
Gülümseyip başka bir şey söylemedi. Ama gitarının kutusuna baktığımda, içinde bir kâğıt buldum. Kâğıtta şu yazıyordu:
“Altıncı kapıda cesaretini sınayacaklar.”
Metal atölyesinin kapısından içeri girer girmez sıcak demirin kokusu geldi burnuma. Usta, çekiçle kızgın demiri dövüyordu.
“Cesaret, ateşte şekil almak gibidir. Ama bazen de ateşe atlamamak cesarettir.”
O an bana bir parça işlenmemiş demir verdi.
“Bu, senin cesaret sınavın. Onu ne yapacağına sen karar vereceksin.”
Gece yarısına yaklaşırken Ortaköy sahiline indim. Köprünün ışıkları Boğaz’a düşüyordu. Bir kadın denize bakıyordu. Yanına oturdum.
“Sevgi,” dedi, “diğer altı kapıyı geçmeden bulunmaz.”
Son durakta ise merhametin bir hediye gibi sunulmasına şahit oldum. Elime küçük bir zarf verdi. Açtığımda içinden Çengelköy’deki küçük kızın bıraktığı kâğıt çıktı:
“Yol, suya bırakılan bir kayık gibidir.”
O an anladım: Bu insanlar tesadüf değildi. Hepsi birbirini tamamlıyordu. Ve asıl kapı, başa dönerek açılıyordu.