Bir Fırtına Panoraması

Banu Yurtsever 30 Görüntüleme Yorum ekle
7 Dak. Okuma

Uyuyordum, rüyalar bir melodi misali ruhumda gezinip duruyordu. Gördüğüm, aynı şeyin farklı türevleriydi sanki. Bir bahar mutluluğunun avare sevincinde yapraklarla gölgelenmiş çiçeklerin muştusunu hissediyordum. Rüyalar tüm isteklerin her koşulda mümkün kılındığı, hayallerin nefes aldığı, özgürlüğün hüküm sürdüğü bir yerdi.

Bir huzurun huzursuz çatlaklarının ilk hissedildiği zamanda, depremin yavaş yavaş çatlayan kayalıklarının üzerinde, bir dağ yamacında rüzgâra karşı durmaya çalışan bir çiçeğin, kendini sağlamlaştırmak istercesine toprağında kalma direnişinin olduğu yerdeyim. Şimdi köklerimden koparılırken bu yerde, kendimi kendimden soyutlanarak izliyorum.

Bu ses de ne? Kulağımın içinden girip beynimin dalgalarını korkuyla titreten! Bu sesi gerçekte rüyayı sürdürmek için, hayali bir rüyayı aradığım zamanda, beni bulmuş olduklarımla yüzleştirmesi için mi duyuyorum?

Yastığa gömülüp uyumak için direnen gözlerimin, bir denizin sularının sahile çekilmesi gibi durulmasıyla, bilinci fark ettiği noktada bir bıçak kesiğinin hızıyla gözlerimi açtım.

Kırmızı ışık tutulan bir tavşanın bakışından dünyaya bakıyor gibiyim. Karanlıkta, gecenin yüzünü sabaha döndürmediği o son anlarda bir seher vakti içindeyim.

Ses, şiddetini hissettirerek devam ediyor. Her nefes alışta göğüs kafesini parçalayacak bir vuruş ile karşılaşıyorum. Zamanın hızına başkaldıran bu hızı sakinleştirmek adına yavaşlattığı bilincime tutunup ayağa kalktığımda, açılmış pencereleri zor bela kapatmaya çalışıyorum. Saçlarımdan benliğime uzanan gücüyle beni yerle bir etmemesi için…

Bir ses dalgasının içinde tek kalmış gibiyim. Rüyalarda salınırken ben, şimdi benim diye sahiplendiklerim nerede? O baş tacı edilen ne varsa şimdi yerle bir olmuş parçaları her yerde.

Bir fırtına, önce dışarıda sonra içeride daha sonra da ruhumda esip dağıtmış her yeri. O anda defterlerin havada uçtuğunu gören gözlerime mi inanmalı? Savrulan yapraklarını mı sahiplenmeliyim?

Geçmişimi dikte ede ede yazdığım o defterlerim şimdi havaya karışıp da gitti. Rüzgârın o sakin halini öyle benimsemişim ki… Oysa o, fırtına suretiyle her şeyi aldı gitti. Sahi sahiplendiğimiz ne varsa bizden bir parça eksiltir mi?

Niye ilk onlar gitmişti ki? Ya da ben hayatımı yazarken, onları kağıtlara emanet ettiğimin farkında değil miydim? Şimdi, tek bir fırtınada yitip gitti. Kelime, harf, zaman her biri emanet yaşama öğretisini sunuyor gibi an be an.

Oysa fırtına uyarmıştı beni. Tutamaz mıydım elimde onca şeyi? Ama ben öylesine rüyada kalmak istiyordum ki ,yüzleşmenin ertelendiği zamanların farkında bile değildim.

Şimdi gerçeğe yansıyan rüyaların keşfinde bir hayat sürmeli, sualleri susturup, giden kağıtların yok oluşunun hüznünden, havası çekilerek vakumlanan bir balonun kendine kaldığı haline bürünüp yola devam etmeliyim.

İnsan en değer verdiği şeyi geride bırakıp vazgeçebildiğinde asıl zenginliğin manasına bir adım daha yaklaşırmış. Öyle değil mi ki zaman, manasından soyutlanan her bir eşyayı havanda öğütüp de kıvama ulaştırırmış.

Zamanda beklemeye alınmış şeylerin bir anda kayboluşuna şahitlik ederken şimdi gözlerimi aidiyetten yoksun bana sunulan şeylere çeviriyorum.

Neler de girmiş odama öyle? Bu fırtına nereden gelmiş böyle?

Tüm mevsimler bir odada toplanmış. Evi kuşatmış. Bir yanım sararmış sonbahar yaprakları bir yanım yemyeşil ilkbahar. Etrafa yayılan rüzgârın tozuna bulanmış eski kitaplar, kâğıt yapraklar.

Tüm zamanlar da aynaların içine gömülmüş sanki. Bak. Bakmanın ötesine geç. Gör. Gör ve gördüklerine mana kat anla. Ne görüyorsun? Bak dışarıdaki fırtına evleri de almış götürmüş. Ben ne kadar çok büyütmüşüm fırtınamı. Oysa hala yaşıyorum, hayallerim hala benimle o halde umut da daima benimle olmalı değil mi söyle?

Kayıpların hüznünden sıyrılabilirsem şayet; kazançlarımın neler olduğuna odaklanabilir onları anlayabilirim belki. Aidiyetini geleceğe yansıtıp sonsuz ve gizli hazineyi ardıma katıp var olmanın ötesine geçip yaşamaya başlıyorum.

Dikkatimi düşüncelerimden kaldırıyorum. Her şey bir hengamede olup bitmiş gibi. Havaya da bak sanki rüyamdan koparıp da alan o değilmiş gibi baharı yansıtıyor güneş ışıklarıyla haneme.

Evi geziyorum. Evimi diyemiyorum. Ben yapmadım ki onu böyle. Artık bir yıkımla değişen bu yerde yaşamaya devam edeceğim. İlerlemezsem sonsuz bir uykuya susadığım hararetin içine gömüleceğim.

Etrafıma göz gezdiriyorum. Dünyanın sağlamlaştırdığı her şey değişmiş. Masa olduğu yerden ayrılmış bir pencere önüne yerleşmiş dışarıdan eski zaman gramofonlarının havasını getiren o koltuk nasıl da kendi yerini bulmuş….

Cesaret edilemeyen düşüncelerin resim halini aldığı bir tablo ile karşı karşıyayım. Sebepler dairesinde manasına kavuşan bir değişimin tüm engelleri ortadan kaldırdığını görüyorum.

Karşıma çıkan adımlarımın beni ulaştırdığı yer, evin her tarafını saran aynalar. Onlara neden bir şey olmadı? Bunca hengamede tek bir kırık bile nasıl olmaz?

Hayatın sunduğu aynalar kırılganlıktan güç alıyorlar. Öylesine berrak. Sanki seni sana anlatmak adına gösteriyor kendini her bir olayın ardında. Elimi cebime sokuyorum, içinden yine bir ayna çıkıyor. İlk bakışta bir cüzdan görüntüsünden fark edilmeyen ayna. İçi kırık dökük. Üstelik karşımda beni anlatacak aynalarda tek bir kırık yokken…  Neler var ki bizden habersiz bizim içimizde?

Evi gezmeye devam ediyorum. Defalarca değişen masa en eski haliyle karşımda anıları saklar gibi aguşunda. İçinde saklı huzuru da yansıtır mı bu zamana? Orası tam bir muamma.

Dünya fazlalıklarından, nefsi doyumsuzluklardan sıyrılmış, yalnız samimi isteklerle ruhu doyuran ne varsa yerli yerinde. Balkona çıkıyorum, sandalyeler bomboş bir alan etrafında sanki en koyu muhabbetin ortasında sessizliğe gömülmüş. Gerçek ve hayal aynı kareye nasıl da bir anda bürünmüş.

Dışarıdaki fırtına evleri de almış götürmüş. Ben ne kadar da çok büyütmüşüm fırtınamı!

Hayaller hala benimleyken yalnızca bir öğretinin içinden geçmişim.

Emanet yaşama öğretisi başka nasıl öğretilirdi ki? Madde arkası mana; aynaların yansıttığı suretlerin, görünenlerin çok daha derinlerinde saklanan bir cevher değil miydi?

Yaşam beni sarsarak rüyamdan uyandırmıştı. Belki de şimdi anlama erişince rüyamı hayatıma da katabilirim. Kendimi acziyetin duvarlarını yıkan bir rüzgâra bıraktıkça fırtına yansıyor fıtratıma. Fıtratım karışıyor savruluşlara.

Dindirecek tek şey ise bazen sadece durabilmek oluyor, yaşananları sakince izlemek. Şimdi odamda biraz önce pencereyi aşarak odaya girmeye çalışan o fırtınanın, suları çekilmiş bir sahil kıyısı dinginliğine şahit olurken tüm endişelerin de sakin bir hale büründüğünü görüyorum.

Biz zamanda demlenmeye bırakılmış, boyutu farklı ancak manası aynı olan yerlerin üzerinden geçiyor olamaz mıyız? Bu zamanlar, aynalardan yansıyan bir öğretinin türevlerinden ibaret ise? Biz kırık aynalarımızda debelendikçe dev aynalarda gösterilenleri nasıl görebiliriz ki?

Belki görmeye başlarsak tıpkı denizin üstünde kendini suya bırakabilen biri gibi güven duygusuyla içten bir huzuru, baharı kuş seslerini duymaya başlayabiliriz.

Her daim anlamak, anlamlandırarak yaşamak temennisiyle.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version