Derin Mevzu: Toplumsal Cinsiyet

Gülhan Avşar 37 Görüntüleme Yorum ekle
6 Dak. Okuma

Toplumsal cinsiyet kısaca; toplumun kurallarına göre kadın ve erkeğin uyması gereken davranış örüntüleridir. Toplumun her iki cinsten beklentileri, yüklediği roller ve sorumluluklardır. Buna basit bir örnek olarak kadının ev işlerinden, çocuk bakımından vs. sorumlu tutulmasını verebiliriz.

Aslında bu olgu doğumdan önce annenin hamileliği sürecinde şekillenir. Annenin doğacak bebeğin cinsiyetine göre duyguları, düşünceleri ve davranışları da şekillenir. Aslında bir bakıma toplum tarafından şekillendirilir. Örneğin, erkek cinsine değer veren baskıcı bir ailede/toplumda doğacak bebeğin cinsiyetinin kız olduğu öğrenildiğinde kadın kürtaja zorlanabilir, kız çocuk doğuracağı için kadın suçlanabilir. Zaten çoğu eril toplumda doğacak bebeğin cinsiyetini doktorların önceden bilip de söylememe nedeni; yani fetüsün on altı haftalıkken cinsiyetini söylemelerinin sebebi en başta; çocuğun aldırılmaması (özellikle de kız bebekler için) annenin kürtaja zorlanılmamasıdır. Zaten yasal kürtaj süresinde üst sınır bebeğin on haftalık olmasıdır. Bazı durumlarda anne kız bebek doğursa da oğlan çocuğuna göre daha az beslemek zorunda kalabilir. Bir anne için en önemli yaşam ihtiyacını karşılarken bile çocukları arasında ayrım yapmak, yiyeceği yemeği dahi sıraya koymak, evlatları arasında seçim yapmak durumunda bırakılmak vicdanı, empati yeteneği, adalet duygusu gelişmiş bir insan için çok zor bir durumdur.

Kız çocuğunun oyuncak, giysi seçiminden başlayıp oturup kalkma tarzına, arkadaş seçimine, eve giriş-çıkış saatine, sosyal faaliyetlerine, eğitimine, meslek seçimine, sevgili ya da eş seçimine, ses tonuna, gülmesine, kahkahasına, saçına, makyajına, sezaryen mi normal mi doğum yapacağına, kaç çocuk doğurması gerektiğine kadar her şeyine karışılır, her şey toplum tarafından sorun edilebilir. Bunu sadece kök ailelerimiz değil; akrabalar, öğretmenler, komşular, kısacası yakın çevremizden siyasetçilere kadar tanıdık tanımadık herkes yapar. Herkes hayatımız hakkında söz sahibi olur.

Kadınlar şöyle yapar/yapmaz, davranır/davranmaz; şunu giyer/giymez, söyler/söylemez… Yani bizleri kendilerince bir çerçeveye hapsederek nasıl davranmamız gerektiği, rollerimizin sorumluluklarımızın ne olduğu ailemiz, çevremiz, kısacası toplum tarafından şekillendirilir ve denetlenir.

Bebek kızsa pembelere, morlara ya da daha soft renklere bezenir. Oyuncak bebekler, mutfak, ev araç gereçleri vb. oyuncaklar alınır. Oysaki kız çocuğunun bebeklerle oynaması yetişkinlik dönemi için bir provadır. Çünkü toplum ne yaparsa yapsın ne işle meşgul olursa olsun kadından iyi bir eş ve anne olmasını bekler.

Erkek çocuklara mavi ve daha koyu renkli giysiler giydirilir. Bu renk konusunda aslında son zamanlarda sevindirici bir dönüşüm yaşansa da yine pembe renk konusunda toplum baskısı genel geçer bir kural gibi durur…

Bebek oğlansa eline silah gibi soğuk bir güç aleti verilir ki ilerleyen yaşamında zorluk çekmesin, eli alışsın! Hatta bazı köy düğünlerinde daha 4 – 5 yaşlarındaki oğlan çocuklarına gerçek silahla bile atış yaptırıldığı,  maalesef zaman zaman yazılı ve görsel basında karşımıza çıkmaktadır.

Toplumsal kalıplarda erkek güçlüdür, merttir, cesurdur, delikanlıdır, maçodur, kabadayıdır, babayiğittir, sözünün eridir. Kısacası aklınıza gelen toplum tarafından güç, otorite, baskı ve cesaret odaklı belirlenen ne varsa her biridir.

Erkekler “Karı gibi ağlamaz”, “Karı gibi dedikodu yapmaz”, “Karı gibi gülmez”, “Karı gibi sakız çiğnemez”, “Karı gibi kıvırtmaz”, “Karı gibi kibar olmaz” vb. Hep böyle söylemezler mi? Toplum baskın düşünceye, erkeklik normlarına karşı davranış sergileyen erkekleri zavallı, güçsüz, kılıbık, beceriksiz, erkekliğin yüz karası olarak görme eğilimindedir.

Biyolojik cinsiyetine göre bebeklere koyduğumuz isimler de yine toplumsal cinsiyet kavramının etrafında belirlenmektedir. Örneğin oğlanlara; Mert, Fatih, Emir, Cesur, Deha, Önder, Kartal, Demir, Galip, Kaya, Yiğit, Yavuz, Vural, Yücel, Efe, Egemen, Tunç, Şahin, Yener, Başar…

Kızlara; Buket, Sevgi, Naz, Sevinç, Ece, Eda, Burcu, Ahu, Buse, Azra, Demet, Ebru, Gül, Duygu, Nazlı, Yasemin, Menekşe, Sevda, Gözde, İnci… Birkaç örnekte gördüğümüz gibi ne kadar yüce, sert, gücü simgeleyen isim varsa erkeklere; ne kadar çiçek, duygu, naiflik ve sevgi içeren isim varsa kızlara verilir.

Toplumsal cinsiyet kalıplarına göre kadınların ev işlerinde becerikli, fedakâr, kibar, titiz, uysal, alımlı, çok konuşmayan, güzel, çocuklarına eşine bakan, evi aileyi idare eden, güzel yemek yapan, itaatkâr, yaşlısına/hastasına bakan, tutumlu vb. olması gerekirken erkeklerin cesur, akıllı, para işlerini halleden, güçlü, sert, lider, evi geçindiren, çapkın, maço, sözünü geçiren, otoriter, ev işlerinden anlamayan, atak, delikanlı vb. olması beklenir.

Meslek seçimlerinde de toplumsal cinsiyet rollerine uygun ayrım yapıldığını görürüz. Örneğin kadınlar ev içi sorumluluklarının ve bakım işlerinin uzantısı olduğu düşünülen meslek gruplarında yoğunlaşmışlardır. Mesela öğretmenlik, yaşlı bakım elemanı, çocuk bakıcısı, temizlik görevlisi, sekreter, hemşire, tekstil, mutfak görevlisi, makyaj uzmanı…

Kadınlar ister çalışsın ister çalışmasın ev içindeki emeği erkeklerle kıyaslanmayacak derecede orantısızdır. Evde iş birliği yaparak hayatı paylaşan eşler birbirine, kendine ve çocuklarına daha fazla zaman ayırır. Kendilerini daha değerli hissederler ki bu da ilişkilerini, ruh hâllerini, benliklerini, etkileşim içinde oldukları herkesi, kısacası toplumsal hayatı olumlu yönde etkiler. Ve bence kelebek etkisi meydana getirir.

Kadınlara ve erkeklere toplum tarafından biçilen roller, verilen sorumluluklar gereği kadınlar ayrımcılığa uğradıkları gibi, bu durum erkekler açısından da psikolojik baskı oluşturmaktadır. Toplum tarafından erkeğe uygulanan psikolojik şiddete basit bir örnek vermek gerekirse; “erkekler ağlamaz” diyerek onların bu insani duygu boşalımını engellerler ve erkek sırf ağladığı görülmesin, alay edilmesin diye insanüstü bir çaba harcar. Toplum erkeklere light/kılıbık deyip onların ev işlerinde çalışmasını, çocuk bakımını vs. küçümseyerek psikolojik baskı ve şiddet uygular. Kadını da ezilen, güçsüz, değersiz, ikinci planda yaşamak zorunda bırakır. Bu yüzden toplumsal başka sorunların risk faktörü olan cinsiyetçilikle mücadele; sadece kadınların değil, erkeklerin de sorumluluğunda olmalıdır. Erkekler de en az kadınlar kadar çaba sarf ederse bu sorunun çözümü konusunda önemli adımlar atılmış olur.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Sosyolog/Aile ve Çift Danışmanı
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version