Kapalı Çarşı Tulumbacısı

Mehmet Oğuz Türk 34 Görüntüleme 2 Yorum
9 Dak. Okuma

Bağırıyordu Tulumbacı Niyazi.

– Yanıyor, yanıyor ecdadın emaneti yanıyor!

– Yanıyor, yanıyor beylerin yongası yanıyor!

Bir duman sarmıştı ulu şehrin gökyüzünü. Alev topuna dönmüştü şehrin geçim mabedi. Bir bir yanarken Hüdavendigar’ın, Yıldırım Han’ın emaneti, gıyabınca çığırtıyordu Tulumbacı Niyazi:

– Gitti Şüca’nın emekleri, Gitti İhsan Efendi’nin ganimetleri.

Niyazi, Kadırga’nın meşhur tulumbacısı Çiroz Ali’nin üçüncü kuşak torunuydu. Çiroz Ali’nin vefatından sonra geride kalan ailesi Bursa’ya göç etmişti. Vakt-i Osmanlı’da dedesinin alevlere karşı verdiği kahramansı Tulumbacı hikâyelerine pek aşinaydı kulakları. O kahramansı hikâyelerden öylesine etkilenmişti ki, ne vakit Yeşil Şehrin göbek civarında bir duman belirse, en önde koşardı Niyazi. Öyle deli zıpkındı ki, yangın yerlerine itfaiyecilerden önce varır basardı çığırtıyı. Bu yüzden dedesinin mesleği, Niyazi’nin lakabı olmuştu. Ne de mutlu olmuştu meczup.

Sol eli çolak bir çocuktu. Birazcık da saftirik. Pek sevdirirdi kendini. Kimse ne evini bilirdi ne yurdunu. Ama Kapalı Çarşı esnafının gözbebeğiydi. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte çarşıda belirir, kahvaltısından öğle öğününe hep esnaf yedirir içirirdi. Kumaşçılar gömlek ve pantolon diker, Niyazi’ye hediye ederdi. Sahaf Osman ne zaman eline Malkoçoğlu çizgi romanı geçse, hemen Niyazi’ye verirdi. Okumayı çok severdi Niyazi. Bir o kadar da ezber kutusu bir çocuktu. Tarihin en etkin şehirlerinden Bursa’nın geçmişini çarşıdaki herkesten iyi bilirdi. Ulu Cami’den Kozahan Mescidi’ne, Kapalı Çarşı’dan Orhan Gazi Cami’sine hanlar bölgesindeki tüm tarihi yapıların kitabelerini sular seller gibi okuyup, her birini ezberlemişti.

Çarşı çarşı, han han dolaşırken bazen esnaflar önünü keserdi.;

– Söyle bakalım Niyazi, Ulu Cami?

– 1399, Padişah Beyazıt.

– Hangi Beyazıt, Niyazi?

– Birinci olan, Yıldırım Beyazıt.

Aferin, helal olsun sesleri yükselirdi esnaf cemaatinden.

– Söyle bakalım Niyazi, Fidan Han?

– On beşinci yüzyıl, Mahmut Paşa.

– Aferin, peki Emir Han?

– On dördüncü yüzyıl, Orhan Gazi.

– Bunu da söyle bakalım Niyazi, İpek Han?

– On beşinci yüzyıl, Padişah Mehmet.

– Hangi Mehmet Niyazi, hangi Mehmet?

– Birinci olan, Çelebi Mehmet.

Gülüşmeler, alkışlar, bravolar…

Esnafa eğlenceydi Niyazi. İtfaiye amiri Ramazan Bey de severdi. Eski bir itfaiye vanası vermişti Niyazi’ye. Meczuba sual olur mu? Hayali bir itfaiye aracı sürerdi. Yangın vanasının başlığını sağ eliyle direksiyon niyetine tutup, tüm çarşıyı akşama kadar turlardı. Bazen de dedesi gibi nara atardı.

– Karada kaplan, denizde aslan, Yaman gelir, yaman gider, Aslan Bursalılar geliyor. Heeyyyt! Çekilin yoldan.

Bursa Fatihi Orhan Gazi, bir Bursa çizmişti gökyüzüne. Hayalindeki Bursa’yı semadan indirip, surlar dışında şekillendirmişti. Ticaret şehri olmalıydı Bursa. Hanlar, hamamlar ile başlayan imar çalışmaları, bu hanları birbirine bağlayan çarşılarla bütünleşmişti. Bu mabet Orhan Gazi’den emanetti.

Şanlı mabette gün Niyazi’nin günüydü. Takvimler 1958’i gösterirken, Ağustos ayının yirmi dördüydü. Bursa’nın geçim kapısı olan Kapalı Çarşı’nın esnafı, besmele deyip işe koyulmuştu. Bu sabah bir başka sabahtı. Az ileride Ulu Cami’nin yirmi kubbesi birden selam çakıyor, dış Koza Han’ın avlusunda, iki büklüm bir işportacı görenleri 14. Asra götürüyordu. Bir zamanlar kervancıların atlarını bağladığı o avluda, manevi bir siluet beliriyordu. Müminler nidasıyla gezen, ihtiyar bir somuncunun manevi siluetiydi. Şemsettin Kayseri’nin aziz evladı, sanki kutsal şehrin emektarlarını uyarıyordu Koza Han’ın mavi çinilerle süslü taç kapısından çıkıp baktığında, uzun uzadıya giden koridorun her bir kenarı nasibini bekleyen tüccarlarla doluydu. Her sabah olduğu gibi bu sabah da yatağından fırlamış, Kapalı Çarşı’ya düşmüştü Çiroz Ali’nin torunu. Meczuba malum olurmuş ya, hissetmişçesine esnafın arasında çığırtkanlığa tutuşmuştu.

Kumaşçı dükkânlarını bir bir geziyor;

– Ya Allah, Bismillah! Geliyor ha! Geliyor ha! diye bağırıyordu.

Saat 14:45’i gösterdiğinde, Ciltçi Cavit’in mücellithanesinde başlamıştı meczuba malum olan. Pirinçten yapılma gaz ocağı devrilmiş, mücellithane beş dakika içinde alev topuna dönmüştü. Büyük bir kargaşa kopuyordu sahaflar çarşısında.

Kopan sadece kargaşa mıydı?

– Daaadiii Daaadiii! Açılın yoldan, geliyor Tulumbacı Niyazi…

Kimisi malının derdine düşmüştü, kimisi canının. Sahaf Osman el atmasa, bir itfaiye eri gibi alevlere dalacak, akabinde kül olacaktı sabi.

Nasıl da yanıyordu mücellithane. Nasıl da sıçrıyordu sahaflara.

Bir anda küle dönmüştü Sahaflar Çarşısı. Aslında hemen yetişmişti Bursa İtfaiyesi. Fakat kâğıttan malzemelerle doluydu çarşının her bir yanı. Bir de çıra gibi yanmıyor muydu ahşaptan dükkânlar. Ne yazık ki müdahale edememişti 19. yüzyılın tulumbacıları.

Aktar Kemal’in deposu yok mu deposu? Esas orada patlak vermişti Niyazi’nin borusu. Yangın, çarşı başındaki depoya kadar sıçramıştı. Aktar Kemal’in deposu yağlı boya kutularıyla doluydu. O rengârenk boya kutuları, dayanamamışlardı kızgın ateşe. Birer birer patlamış, yangının seyrini değiştirmişti. Bir oraya sıçramıştı şarapneller, bir buraya. Epeyce dağılmıştı alev topları.

Bir bir gidiyordu asr-ı zamanlara hüküm süren Hanların emanetleri. İlk önce Bursa Fatihi Orhan Gazi’nin hayallerini küle çevirmişti azılı yangın. Kapalı Çarşı’yı sarmışken alevler, Emir Han çoktan teslim olmuştu.

İpek şehriydi Bursa. Bir vakitler Manavcılar’ın eliyle ipek böceği kozacılığı ayyuka çıkmıştı bu hanlarda. Kozacılık ile başlayan kervansaray furyası Hindistan’dan, Arabistan’dan baharat kervanlarına ev sahipliği yapmıştı. Balkanlardan ve Batı devletlerinden gelen tüccarların da etkin durağıydı. İpek ve kumaş kültürü yüzlerce yılın emanetiydi. Çabuk alev alıyordu emanet mesleğin malzemeleri.

Çaresizdi Bursa İtfaiyesi. Ulu Cami’nin minarelerini sararken alevler, Kuran okuyordu ihtiyarlardan bir tanesi. Artık O’nun da tek umudu göklerdeydi.

Çaresizliğe derman olurcasına düşmüştü yollara dost eli. İstanbul’un Tevfik Himalaya komutasındaki itfaiye erleri, Çanakkale, Gölcük ve çevre illerin yangın ekipleri topyekûn düşmüştü ecdat emanetini ve beylerin yongasını kurtarmaya. Artık bir çığlık olmuştu Bursa. Bursa çığlık olurken, kesilmişti Tulumbacı Niyazi’nin sesi.

Saatler saman alevi hızında geçiyor ama durmak bilmiyordu asrın yangını. Yıldırım Beyazıt’ın Ulu Camisi ile Orhan Bey Camisi arasında ne var ne yoksa küle dönmüştü. Ay kararmış, gökyüzünü Kapalı Çarşı’nın alevi aydınlatmıştı. Daha önce nice yangınlara ve Bursalıların küçük kıyamet dediği 1854 depremine yenik düşmüştü Hanlar Bölgesi. Fakat bu yangın bir başkaydı. O kadar başkaydı ki, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Orhan Bey Camisine verdiği tahribat, bu asi yangının verdiği tahribatın yanında pek masum kalırdı.

Yangın bakırcılar çarşısına ulaşmış, bakır porselenler halita olmuş, Geyik Han’ı kül etmiş, tarihi çınarları da es geçmemişti. Kuyumcular bedestenini sararken alevler, raflardaki tüm altınlar eriyip gitmişti.

Sadece fatihi değildi Bursa’nın. Aynı zamanda mimarıydı Orhan Gazi. En çok da onun emanetleri zarar görmüştü. Emirhan ile Kapalı Çarşı yetmemişti, Aynalı Çarşısı da alevlere kurban gitmişti. Yanıyordu Gelincik Çarşısı, yanıyordu Ticaret Borsası, yanıyordu Çıra Pazarı, kül olmuştu itfaiye binası. Canın yongaları küle dönerken, yürekler de közleniyordu.

Sahur ezanı nidasıyla bağırıyordu İvaz Paşa Camii İmamı.

– Allahu Ekber! Allahu Ekber! Sen yardım et Ya Rabbi! Sen yardım et Ya Rabbi!

İvaz Paşa Camii de alevlenmişti.

Tulumbacı Niyazi’nin hala çıkmıyordu sesi. Belki yenik düşmüştü itfaiye sirenlerine, belki bastırmıştı kalabalığın figanı.

Gece boyu sürmüştü azılı yangın. Sabaha karşı gün aydınlanmıştı artık. Tüm yangın neferleri cansiperane savaşmış, her biri tükenmişti. Ulu şehrin göbeği, Murat Hüdavendigar’ın, Orhan Gazi’nin, Çelebi Mehmet’in, Yıldırım Beyazıt’ın, Hacı İvaz Paşa’nın emanetleri küle dönmüştü. Ne ipek çarşaflar kalmıştı raflarda ne ucuz kumaşlar kalmıştı depolarda. Altınlar, bakırlar bile eriyip gitmişti.

Her gün kader ortaklığı yapıyordu hanların, çarşıların esnafı. Kah bir selam iki kelam ile demli bir çaya ortak oturmuşlardı, kah bol kahkahalı bir sohbete birlikte gülmüşlerdi. Sefer taslarına öğle vakti beraber kaşık daldırmışlardı. Çok kazananı da vardı, siftahsız kapatanı da. Uçuvermişti o güzel günler bir gecede. Yanıvermişti tüm emekler. Son dumanlar tüterken hanların üzerinde, omuz omuza ağlıyordu züğürtler ve beyler.

Az öteden her bir yanı kara is lekesiyle geliyordu Sahaf Osman. Ağlaşan, hüzünlenen, kimisi de nasip diyerek küllenen mabedi izleyenler vardı. O kalabalığın arasında gözleri bir sabiyi arıyordu. Bulamamıştı Tulumbacı Niyazi’yi. En çok da Sahaf Osman severdi Çiroz Ali’nin torununu.

İs kokulu kalabalığın arasında aranırken Sahaf Osman’ın gözleri, daha ötede bir figan kopuyordu. Bir kadının feryadıydı kopan figan. Bir kalabalık vardı başında. Zor zapt ediyordu sıhhiyeci eşrafı. Ambulansın yanık sireni eşlik ediyordu kadına. Tarihi çınarların közleri arasında belirmişti sabinin cansız bedeni. Bir sızı girdi Sahaf Osman’ın yüreğine. Anlamıştı sanki olanları. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Görmeye özü yoktu.

Çok sevmişti dedesini. Çok sevmişti Tulumbacılar hikâyesini. Bir meczup Tulumbacı’sıydı hanların. Gözbebeği de yanıp göçmüştü esnafın.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
2 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version