Lityumsuz Bir Sabah Denemesi

142 Görüntüleme
11 Dak. Okuma

Kendime dayanamıyorum
Merak ediyorum, sorunum ne benim?
Lityum
Beni kilit altında tutmanı istemiyorum…
(Evanescence)

Oğulcan gözlerini yavaşça araladığında her zamanki gibi yatak odasının sağ tarafını gördü. Bir süre bu mahmurluğu devam ettikten sonra biraz da gerilerek yatağın ortasına doğru döndü. Ama beklediği gibi bedeninin bir kısmı yanındaki kız arkadaşının bedenine değmedi. Çünkü o yoktu…

Az önce gülümsemeye yüz tutmuş çehresi birden ekşidi. Bir anda dün geceyi hatırlamaya başladı. Yakın arkadaşı Batuhan ile birlikte insanların çektikleri acılardan ama gerçek acılardan bahsetmişlerdi. Bunun üzerine o da kendisine vazife çıkarmış ve sadece bir ayrılık için ilaç kullanmanın hele de lityum kullanmanın abartı olduğunu düşünmüştü. Başarabilirdi. Yarın sabah ilacını almayacak ve acıları ile yüzleşecek ve galip gelecekti.

Hani bazı fikirlerin üstüne bir uyuyup uyanmak gerekir derler ya, bu fikrin üzerine de yatıp kalkınca o kadar parlak bir fikir gibi gelmemişti. Ama hemen pes edemezdi. Buna rağmen hemen yataktan fırlayıp çıkacak enerjiyi de kendisinde bulamıyordu. Bunun üzerine yine gerilirken eline gelen yatak başlığını tuttu. Metalin soğukluğu ellerine hoş gelmişti. Fakat bir süre sonra durduğu pozisyondan aklına okuduğu bir kitap[1] geldi. Kitapta kadın üzerinden ölen kocasının ardında elleri kelepçeli şekilde yatakta mahsur kalıyordu. Sonra hafifçe gülümsedi. Tabii ki Oğulcan’ın ellerinde kelepçe yoktu. İstediği zaman ellerini çıkarabilirdi. Hatta çıkaracaktı. Ellerini hafifçe çekti fakat sağ eli kurtulmak yerine yatak başlığının kıvrımlı bir noktasına hafifçe sıkıştı. Sakince elini yukarı çekse kurtarabilirdi ama o telaşlanarak elini aşağıya çekmeye devam ettikçe eli daha fazla sıkıştı. Bunun üzerine daha fazla telaşlanarak yatak başlığını hızlıca sallamaya başlayınca eli küçük bir yara ile kurtuldu. Oğulcan daha fazla o yatakta kalmak istemediği için hızlı hareketlerle yataktan çıkmaya çalıştıkça çarşaf, yastık ve battaniyesi eline ayağına dolandı. En sonunda kendini oda kapısından dışarı attığında kan ter içinde kalmıştı. Ayrıca yatak odası da savaş alanı gibiydi.

Önce koridora çöküp bir süre nefes alıp vererek kendine gelmeye çalıştı. Sonunda nefesi normale döndüğünde koridorun sonundaki mutfağa geçti. Buzdolabını açtığında gözüne ilk yumurtalar çarptı ve kapağı hızlıca kapattı. Evet, o kahvaltıda mutlaka yumurta olmasına önem verirdi. Onun için bu sabah en azından yumurta olmayacaktı. Gözü bir an tost makinesine takıldıysa da o kadar sabrının olmadığını hissetti. O zaman yapılacak tek şey kahvaltılıkları çıkarıp birkaç dilim ekmekle açlığını bastırmaktı. Küçük kapları çıkarıp masaya dizdi, sakince kapaklarını açtı. Sonra yarımdan az ekmeği dikkatlice dilimledi. Kendini zorlayarak bir parça peynir ve zeytin ile bir dilimden birkaç parça yiyebildi. Heveslenir umuduyla dilimin kalan kısmını reçele bandırıp ağzına götürdü. Ama bir anda ağzındaki küçücük lokma büyümeye başladı. Her ne kadar su ile yutmaya çalışsa da olmadı ve lavaboya koşarak kustu.

Kahvaltıyla işi bitmişti. Hızlıca kahvaltılıkların kapaklarını kapatıp kaldırmaya karar verdi. İlk ve ikinci kap hızlıca kapanmasına rağmen üçüncü kabın kapağı bir türlü oturup o tok “pıt” sesi çıkaramadı. Oğulcan yine bir anda dengesini kaybetti ve sağ koluyla sürükleyerek masanın üstünde ne varsa yere çaldı. Sonra arkasına bile bakmadan kendisini salona attı. Salonda yine düzenli nefes alıp verene kadar bekledi ama burada da fazla duramayacağını anlayınca önüne ilk çıkan pantolon, tişört ve kapüşonluyu üstüne geçirip kendini dışarı attı.

Asansörde zenin kat düğmesine bastı ama bir saniye sonra iki kat aşağısının düğmesinin de ışığı yanınca canı sıkıldı. Kapüşonu sıkıca kafasına geçirdikten sonra asansörün köşesine yerleşti. Açılan bir kadın ve elinden tuttuğu küçük kızı girdiler. Girerken gülümseyerek “Günaydın” dedi kadın. Oğulcan kendini ne kadar zorlarsa zorlasın ağzını açamadı ama yarım yamalak bir gülüşle cevap verdi. Önce Oğulcan’ın yüzüne dik dik bakan küçük kız sonra annesine dönerek “Anne, abi niye saklanıyor?” dedi. Annesi kızı susturmak için kız gözlerini dikip Oğulcan’a bakmaya devam etti. Sırtından soğuk akan terler akmakta olan Oğulcan, gözünün ucuyla tuşların panosuna baktı. Eğer aynı katta ineceklerse onlardan nasıl uzaklaşacağı korkusu salmıştı. Ama bir kat alta otoparka gideceklerini görünce biraz hafifledi. Zemin kata gelince “İyi günler” demeye çalışarak ama aslında ağzında bir şeyler geveleyerek hızlıca uzaklaştı.

Siteden çıktığında karşısında yürüyüş yolu olan parkı gördü. Biraz yürümek belki de ona iyi gelecekti. Hızlıca parka ulaşıp yürümeye başladı. Ama nedense etrafındaki insanların az önce asansördeki kız çocuğu gibi ona dik dik baktıklarını hissediyordu. Hayır, kimseyle göz göze gelmiyordu. Kapalı kapüşonunun içinde terden bulanıklaşmış gözleri ile sadece önüne bakıyordu ama yanından geçen insanların görmediği bakışları sanki tenine ateş gibi değiyordu. Rahatlamanın yolunun bu da olmadığını anlayıp daha bir turu tamamlamadan parktan ayrıldı.

Tekrar soluğu düzene girdiğinde yine karnının aç olduğunu hissetti. Az ilerideki pastaneye gitmeye karar verdi. Pastaneye girdiğinde önünde birkaç kişi vardı ama bu onu mutlu etti. Böylece ne yemek istediğine karar verinceye kadar biraz zamanı vardı. Simit yemeyecekti. Oldum olası simidi sevmezdi. Açma mı alacaktı, yoksa kaşarlı poğaça mı? Yoksa peynirli poğaça mı? Yoksa… Sıradan biri eksilmişti… Yoksa sosisli mi? Salçalı ve sosisli ağır mı gelirdi? Bir kişi daha eksildi. En kötü bir tanesini seçeyim bari derken alnında biriken terleri sildi ve bir anda kasiyerle göz göze kaldı:

“Sim.. sim.. Simit!” dedi kekeleyerek. “Bir de çay, burada yiyeceğim!”

Biraz sonra önüne gelen simidi zorlanarak kopartıp bir parçasını ağzına attı ve uzun süre çiğnemeye çalıştı. Sonra birkaç parçayı daha çayla beraber zar zor yuttu. Çayı bittiğinde simidin yarısına bile gelmemişti. O ara eline baktığında parmaklarına yapışan susamları gördü. Hafice elini birkaç kez salladı ama susamlar hiç düşmedi. Bunun üzerinde sinirli bir şekilde hızla sallamaya başladı ama bu kez yine susamlar düşmediği gibi etrafından yargılayıcı bakışları üstüne çektiğini hissetti. Bunun üzerine biraz sakinleşinceye kadar bekledi, sonra hızlıca masasından kalkıp oradan uzaklaştı.

Dışarı çıktığında ileride arabaları gördü. İnsanların içinde olmaktansa trafiğin içinde olmanın daha rahatlatıcı geleceğine karar verdi. Bu arada kapüşonunu başına geçirirken tökezleyip bir anda yere kapaklandı. Hızlıca ayağa kalktığında bacaklarında hafif bir sızlama hissetti. Nedenini anlamadığı bir şekilde bu sızlama hoşuna gitti. Bir süre sonra sızı geçinceye kadar ruhsal sıkıntısının azaldığını fark etti. Demek ki böyle oluyordu, gerçekten insanın bir yeri acıyorsa canı orada atıyordu. Hem de bu acıya kendin açmış olsan bile fark etmiyordu. Bir anda kendine zarar verenlere hak vermeye yanaştığını görünce ürktü. Bu arada trafik lambalarına gelmişti. Yanan lambayı görmek için mecburen başını kaldırmak durumunda kaldı. Gerçi ışığa bakmasa… Yani şansını denese… En kötü senaryoda biraz beden acısı duyardı, hem de kendisinin yapmadığı… Yani kısmen…

Bir anda aklından geçen şeyin farkına varınca planını tekrar değiştirdi. Dışarısı onun için potansiyel tehlikelerle doluydu. Ev şu an için tekrar daha güvenli göründü. Hızlıca geriye dönüp siteye doğru yürümeye başladı. Asansöre geldiğinde tekrar telaşa kapıldı. O anda aklına sevdiği bir grubun klibindeki bir sahne geldi. O sahnede asansörde solist kızla rastlayan iki kız o olup olmadığını soruyor, solist kız olmadığını işaret etse bile o olduğunu ve sandıklarından daha yaşlı olduğunu söyleyip gülüyorlardı.[2] Hatta aynı grubun “Lityum” diye de bir şarkısı vardı. Hatta başka bir kliplerinde de[3] etrafındaki insanların bir anda canavara dönüştüğünü görüyorlardı. Aklına gelen bu düşüncelerden sonra hızla merdivenlere yönelip orada da kimseyle karşılaşmamak için koşar adım çıktı.

Sonunda salondaki koltuğa kendini attığında yine nefes nefeseydi. Biraz sakinleyebildikten sonra karşısındaki televizyona baktı. Bu biraz kafasını dağıtabilirdi. Kumandaları bulup kanalları gezmeye başladığında ise öyle olmadı. Hep kız arkadaşıyla beraber izledikleri dizilere ve hatta reklamlara denk gelmeye başladı. Televizyondan uygulamaya geçtiğinde de durum değişmeyince yine bir anda sinirleri tepesine çıktı ve önce kumandayı, sonra da yine eline geçen ve kız arkadaşından kalan eşyaları salonun öbür köşesine fırlatmaya başladı. Artık eline atacak bir şey kalmayınca tekrar nefes nefese koltuğa yığıldı. Bu sefer de gözü balkonun kapısına dikildi. Biraz hava alması gerekiyordu. Önce balkona çıkıp kendini sandalyeye bıraktı. Nefesi normale dönünce hafifçe balkonun korkuluğuna yaslanarak aşağı bakmaya başladı. Sonra biraz eğildi. Sonra biraz daha… Acaba daha ne kadar eğilebilirdi? Birkaç deneme sonra tekrar kalbi hızla atmaya başlamışken içeriden uzun zamandır çalan telefonun sesine teslim oldu ve içeri geçti. Arayan Batuhan’dı:

“Selam kanka, nasılsın?”

Oğulcan’ın anlamsız mırıldanmaları sonrası Batuhan konuşmaya devam etti:

“Lityumsuz ilk saatlerin nasıl gidiyor diye merak ettim. Var mı intihar girişimi, sosyal anksiyete ve sinir krizleri?” Yine anlamsız mırıldanmalarla karşılaşan Batuhan arayı uzatmadan devam etti: “Tam tahmin ettiğim gibi. Neyse beş dakikaya geliyorum, evde konuşuruz!” dedi ve cevap beklemeden kapattı.

Oğulcan, Batuhan’ı eve aldığında da yanından hızlıca sıyrılıp odalara bir göz attı ve sabahın izlerini gördü ama yine de yüzünde bir şaşkınlık belirmedi. En sonunda Oğulcan’ın yanına geldiğinde önlerindeki sehpaya ilacı bıraktı:

“Zaman her şeyin ilacı evet ama senin istediğin zaman değil, olması gerektiği zaman. Biliyorum, kendi acını hafif görüyorsun ama herkesin yarası kendine ağır. Ben de işle ilgili aynı süreci yaşamıştım. Sonra toparladım ve kaç tane daha iş değiştirdim. Ama bir günde olmadı, o gün olmadı. Bazen o gün yani senin için bugün; sadece hayatta kalman gerekir. Şimdi bu ilacı alacaksın ve iki gün beraber hayatta kalacağız. Bu iki gün sadece duracağız. Sonraki gün yürümeye başlarız, varacağımız yere varmak için uğraşırız ama şimdilik sadece duracağız, sadece hayatta kalacağız. Tamam mı?”

Oğulcan yine konuşamadı ama artık sakinleşmiş gözlerini yavaşça kırparak cevap verdi. O gün bugün değildi ama… Ama bir gün gelecekti… Mutlaka gelecekti…


[1] Stephen King’in “Oyun” isimli romanı
[2] Evanescence “Everybody’s Fool” klibi
[3] Evenescence “Going Under” klibi

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version