Marul

Okan Turhan 33 Görüntüleme Yorum ekle
9 Dak. Okuma

Dünyada şehirler vardır da acaba var mıdır İstanbul gibisi? Yoktur değil mi? En güzelidir o. Nice şairler şiirlerinde, nice ressamlar tablolarında, nice yazarlar romanlarında anlatmıştır. Ben şimdi nasıl anlatırım ya da anlatmaya bilgim, becerim, dağarcığım yeter mi? Yetmez diye düşünüyorum. İstanbul ile işi olmayan ya da ömrünün kısa veya uzun bir zamanını İstanbul’da geçirmeyen pek azdır memlekette. Eninde sonunda, bir şekilde, döner dolaşır, İstanbul ile buluşursunuz. İstanbul, gelene, niye geldin, diye sormadan en samimi en cömert misafirperverler gibi konuğunu kabul eder de ondan ayrılırken sanki adama sarılır da “gitme” der.

Yıllar sonra maç izlemek için gitmiştik. Yanımda yine benim gibi çok fanatik olmasa da Beşiktaş’ı seven değerli dostum Mustafa vardı. Maç biletlerimizi alıp kalacağımız otelden de yerimizi ayırtmıştık. Beş saatlik yolculuğun ardından kalacağımız otele varıp eşyalarımızı bıraktık. Otel, Beyoğlu’nun yüzyıllara tanıklık etmiş, şimdilerde kimi atıl durumda olan oldukça eski binalarla kaplı dar bir sokağındaydı. Maçın başlamasına dört saat gibi uzun bir süre olduğundan arabamızı da hemen otel yakınında bir otoparka bırakıp stada kadar yürüyerek gitmeye karar verdik. Dar, dik, Arnavut kaldırımlı sokaktan yukarıya doğru beş dakikalık bir yürüyüşün ardından İstiklal Caddesi’ne çıktık. Yaşadığımız belde nispeten sessiz sakin, küçük bir yer olduğundan caddeye çıktığımız anda karınca yuvasına denk gelen küçük birer çekirge gibi irkildik. Yolculuğun vermiş olduğu açlık nedeniyle yemek için etrafımızdaki lokantaları titizlikle süzmeye başladık. Dönerciler, kebapçılar, çorbacılar, sakatatçılar, midyeciler, balıkçılar; insanın arzu ettiği vakit elini uzatınca her lezzete ulaşabileceği bir yerdi. Bir balık restoranında karar kılıp yemeğimizi yedikten sonra Taksim Meydanı’na doğru yürümeye başladık. İkimiz de çok konuşmuyor, etrafı seyrediyorduk. Her milletten binlerce insanın kendi lisanlarıyla hayli yüksek sesle konuşmalarından çıkan gürültü; birbirine karışıp caddenin iki yanına sıralı çoğu yüzyılı geçkin tarihî binaların duvarlarına çarparak göğe doğru yükseliyordu. Resmî binalar ve ibadethanelerin dışında kalan binaların tümünün alt katları, dünyadaki ve ülkemizdeki markaların tamamını barındıracak şekilde dükkânlarla doluydu. Yiyecek, içecek, çerez, elbise, ayakkabı ve spor mağazaları rengârenk ve ışıl ışıl görüntüleriyle insanı kısa sürede cezbedip kendine çekiyordu. İnsanların hepsi, belli kurallar varmış ve bu kuralları biliyorlarmış gibi şaşırtıcı ve sistematik bir şekilde dükkânlara girip çıkıyorlardı.

Aheste adımlarla farkında olmadan bir kilometreye yakın yürümüştük ki aramızda söz birliği etmişçesine devam eden sükûtu Mustafa bozdu: “Biliyor musun ne zaman bu caddeye gelsem şu kalabalığın içine karışsam denizde kum, bulutta zerre, yağmurda damla kadar küçük olduğumu hissediyorum.” dedi. Başımı usulca aşağı yukarı sallayıp onaylarken aynı anda hemen önümüzde, sıcak çikolatası yere düştüğünden ağlayan ve ona hiç aldırış etmeden kolundan çekiştirerek yoluna devam etmek isteyen Arap bir aile gördüm. Çikolatayı son anda fark ederek üzerine basmamak için ani bir manevra yapan genç İngiliz çift, onlara eşlik etti. Duvar dibinde bozuk akorduyla keman çalmaya çalışan muhtemel Balkan göçmeni, sarı saçlı yeşil gözlü bir çocuğun etrafı farklı dilden turistlerle çevrilmişti. Mustafa’ya dönerek: “Gerçekten öyle! Etrafımıza bakar mısın âdeta dünyanın özeti gibi her yerden herkesten bir parça var.” dedim. Mustafa tebessümle devam etti: “O zaman dünyadaki bütün sevinçleri, hüzünleri, aşkları, savaşları, barışları, gözyaşlarını da içinde barındırıyor olmalı.” dedi.

Mustafa ile yıllardır aynı iş yerinde çalıştığımızdan onun bu tip değerlendirmelerine ve içli düşüncelerine alışkın olduğumdan ve onun hassasiyetlerini iyi bildiğimden bam teline dokunmak istedim. “Evet, öyle olmalı fakat şuraya bakar mısın üzüntü ve umutsuzluktan eser yok, herkes mutlu. Ayaklarında en pahalısından ayakkabılar, üzerlerinde en kalitelisinden kıyafetler, altlarında milyonluk arabalar, kollarında güzel sevgililerle keyifleri yerinde.” dedim. Mustafa iyice açılmış düşünceli ela gözleriyle yüzüme bakarak: “Bu gördüğümüz insanlar toplumun yüzde kaçıdır acaba? Bak biz memuruz, orta hâlliyiz yani! Biz bile her istediğimizi her zaman yapamıyor, yiyemiyor, giymiyoruz. Bu insanlar daha zenginler ve bizler ülkemizde en iyi yaşayan ilk on milyonun içerisindeyiz. Ya bizden geride kalanlar, yetmiş milyon insan?” diye sordu.

Üzülerek cevap vermeye çalıştım: “Galiba insanın gözü aşağıya bakmayı, aşağıyı görmeyi istemiyor. Bir zamanlar kendisi de aşağıdan yukarıya çıkmış olsa bile bırak oraya dönmeyi, hatırlamak bile istemiyor.” dedim. Sohbet devam ederken kendimizi Taksim Anıtı’nın önünde bulduk. dettendir der gibi anıt önünde fotoğraf çekilen turistlerin içine karışıp bir iki özçekim yaptık. Yorulmuştuk, içeceklerimizi alıp kendimizi meydanın hemen bitişiğindeki Gezi Parkı’na attık. Ağaçların altında bir bankta oturup dinlendikten sonra sabırsız, heyecanlı, hızlı adımlarla stadyuma inen yolu bitirdik.

Maça iki saat vardı, küçük gruplar hâlinde taraftarlar stat etrafında toplanmış, tezahüratlar yapıyorlardı. Seyyar satıcıların tezgâhlarından yayılan mısır, kokoreç, köfte kokulu duman, deniz kokusuna karışıyordu. Ellerinde flama, bayrak, atkı ve bere ile dolaşan satıcıların sesleri birbirini bastırıyordu. Polis ve turuncu yelekli güvenlikler de her zaman olduğu gibi ilgili alanlarda bir ileri bir geri volta atarak bekliyorlardı. Sahile indik, arkamızda stadyum, önümüzde Boğaz, karşımızda Üsküdar ile muhteşem bir manzara vardı. Dolmabahçe Sarayı, çeşitli müzeler ve ünlü tarihî okulların arkasında uzanan ağaçlı yoldan yürüyerek Beşiktaş Meydanı’na vardık. Siyah beyazlı renklerle meydanda toplanarak eğlenen kalabalığın arasına katıldık. Davul zurna çalan on sekiz yaşlarında iki Roman çocuğu ve onlara rastgele dans figürleriyle eşlik ederek etraftakilerden para toplayan koyu sarı saçlı, esmer tenli küçük bir kız çocuğu vardı. Kimi taraftarlar en azından bir binlik edecek kadar pahalı içkilerini içiyor kimisi de yine pahalı içkilerine dumanı üstünde taze pişmiş midye dolmalarını meze etmiş yiyorlardı. Herkes mutlu, herkes neşeliydi; böyle ortamlara sık girip çıkmadığımızdan kendimizi ayrı bir gezegendeymiş gibi hissediyorduk. Öbek öbek toplanan insanlar, kendilerine ayrı ayrı eğlenceler kurmuş, meşaleler, konfetiler, sazlar, sözler birbirine karışmış fakat tüm bunlar birleşince gerçek bir şenlik oluşturmuştu. Herkes dilediğince yiyip içip eğleniyordu. Aldığımız az miktarda alkole etrafımızdaki bu tatlı karmaşa da eklenince neşemiz iyice artmış, şarkılara, tezahüratlara, rüzgârın önündeki tüy gibi kendimizi kaptırmıştık.

İnsanın en mesut olduğu anları yıllar sonra aklına getirip derin bir ah çektiği anlardan birini yaşıyorduk. Zaman çabuk akıp gitmiş, maç saati gelmişti. Kalabalık, Dolmabahçe’ye doğru hareket edince biz de hiç farkında olmadan ve sorgulamadan aynı ritimle kalabalığa karışıp yürümeye başladık. Hayli geniş olan kaldırımda yoğun kalabalık güçlükle ilerliyor, zaman zaman tek ayağı yola düşenler tekrar kaldırıma çıkıyordu. Yolu yarılamış olmalıydık, hava tamamen kararmış olsa da cadde üzerinde lüzumundan birkaç kat fazla olan aydınlatma direkleri, etrafı gündüz gibi aydınlatıyor, her yer çok net görülebiliyordu. Sağa sola meraklı, ilgili gözlerle bakıyor, bizi neşelendiren atmosferi özümsemeye çalışıyordum. O sırada kaldırımın kenarında, biri bitip bir iki metre sonra diğeri başlayan devasa reklam panolarının arasında on beş, on altı yaşlarında, elmacık kemikleri anormal zayıflığın etkisiyle iyice çıkmış, yüzü çoğunluğu kirden olacak iyice kararmış, tüm bu pejmürde hâlinin aksine parlak gözleriyle etrafını seyreden bir çocuğun çekinerek, fakat iştahla bir şeyler yediğini gördüm. Çocuğun bakışları bana yöneldi, gözleriyle gözlerim birbiriyle yer değiştirmiş gibiydi. Beni bir anda tesiri altına alan gözlerden kaçmak istedim ama bu sefer gözlerim, tırnakları uzamış, derin çatlaklar oluşmuş, kemikleri neredeyse derisinden dışarı çıkacakmış gibi zayıf eline takıldı. Bu eğreti eliyle tutarak, günlerce aç kalmış aslanın avını yerken duyduğu iştah ve hazla yediği şeyin çöpten çıkarıldığı hemen anlaşılan çoğu kararıp çürümüş marul parçaları olduğunu gördüm. Hayatımda birinin böylesine iştahla yemek yediğini hiç görmemiştim. Günlerdir aç olduğu ve muhtemel tesadüfen bulduğu marul parçalarını yiyen bu çocuk; Türk müydü, Kürt müydü, Arap mıydı, Ermeni miydi, Laz mıydı? Bilmiyorum fakat insandı. Birkaç saniyelik bu bakışma yüreğimi devasa kuvvette bir mıknatıs gibi çekmiş, yerinden söküp almıştı. Gördüğüm o gözler bana binlerce mısrayla şiirlerin, binlerce cümleyle romanların anlatamadığını anlatmış; vermediği dersi vermişti. Kafamı sol yanıma çevirdiğimde Mustafa’nın da binlerce insanın göremediği, görse de anlayamadığı o gözleri fark ettiğini anladım. Birbirimize baktık, sustuk. Gözlerimiz dolmadı fakat yüreğimiz taştı.

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Okan Turhan
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version