Aşk

Ayten Yağmur 50 Görüntüleme 3 Yorum
11 Dak. Okuma

Masada, elleri başının arasında düşünürken ayın solgun ışığının odayı aydınlattığını fark etti. Sessizliğin hüküm sürdüğü bu odada böylece kaç saat oturmuştu, kim bilir. Hiçbir şey yapamamanın yorgunluğu vardı gözlerinde. Çıkmaz bir sokakta kaybolmuş gibi hissetti kendini. Kapısı sürmelenmiş bu küçük odada kelimeler saçılmıştı etrafa, anlamsız bir yığın cümle topluluğu oluştursa da hiçbiri kalemin ucuna konup beyaz kağıtta yer edinemedi kendine. Çevresine baktı , kurak bir toprakta su ararcasına gezdirdi gözlerini odada. Susuzluğunu giderecek hiçbir şey yoktu Elindeki kalemi bırakıp kalktı yerinden. Yatağının altındaki küçük çantayı çıkarıp birkaç parça eşya, elinden düşürmediği şiir kitabı, hayallerinin ortağı beyaz kağıtları ve bilgisayarını alıp çıktı odadan gezgin misali.

Arabasına binip gaza bastı. Kafasında daha önceden planlanmış hiçbir şey yoktu. Sadece onun gördüğü, yola serpiştirilen cümleleri takip ediyordu sanki. Arabanın camını sonuna kadar açtı. Bir şarkı mırıldandı sözsüz. Gür ağaçların dizildiği geniş yollardan geçti. Büyük fabrikaları, lüks tesisleri arkasında bıraktı. Bir an yan koltuktaki kitaba ilişti gözü. Kapağı, üzerindeki şekiller ama en çok da orta yerine büyük harflerle yazılmış kendi adına yabancı kaldı. Sesli olarak “Anıl KAHRAMAN” dedi biraz alaycı biraz da acınası. Oysaki yayımlandığında nasıl da mutlu olmuştu. Yoldan gözünü anlık ayırmalarda, kitabına her bakışında kurak bir göl gibi hissetti kendini; suyu çekilmiş, toprağı çatlamış.

Yolculuk saatlerce sürdü. Kendini Antalya’nın Kumluca ilçesinde bir otelin önünde buldu. Daha önceden rezervasyon yapmamış olmasına rağmen yer bulmuş olmasına sevindi. Yol epey yormuştu Anıl’ı. Önce, odasında dinlenmeye karar verdi. Üstünü bile değiştirmeden uzandı yeşil saten örtülü yatağın üzerine. Gözleri uykuya yenik düşmüştü hemen. Rüya bile görmedi. Uyandığında öğleni çoktan geçmişti. Doğruldu yattığı yerden, bulunduğu yerin gerçekliğini sorguladı bir an. Çalışma masasının başında üretememenin verdiği sancılı zaman diliminden buraya ışınlanmış gibi hissetti kendini. Hatırlamaya çalıştı, elleriyle gözlerini ovuştururken mırıldandığı şarkı geldi aklına ve tüm yolculuğu anımsadı. Kalkıp elini yüzünü yıkadı, üstünü değiştirmek istedi fakat yanına çok fazla kıyafet almadığını düşününce vazgeçti. Sırt çantasını alıp çıktı otel odasından.

Bir esnaf lokantasına girdi, yemek yedi. Sonra bir çay bahçesine oturup çayını yudumladı. Kendisine çay getiren garsona,

“Kolay gelsin, bu gün geldim buraya. Gezmeye nereden başlayayım. Ne tavsiye edersin?” diye sordu.

“Burada her yer görülmeye değer ama ben en çok Adrasan Plajını seviyorum. Hem deniz hem de yemyeşil bir doğa istiyorsan orası eşi bulunmaz bir yer.”

“Demek Adrasan Plajı. Teşekkür ederim. Tavsiyeni mutlaka dinleyeceğim.” Garson dönüp gidecekken;

“Suluada tekne turlarına da mutlaka katılın.” dedi.

Bir ağacın altına oturup bilgisayarını açtı. Birkaç cümle yazdı, beğenmedi sildi. Çantasından Cemal Süreya’nın en çok sevdiği şiir kitabı “Sevda Sözleri” ni çıkardı, okudu. Okudukça rahatladı, zaman nasıl geçmiş anlamamıştı bile.

Sabah erkenden arabasına atlayıp Adrasan plajına gitti. Denize girmeden önce çevreyi turlamaya karar verdi. Balık tutan insanların yanına yanaştı. Nasıl sabırla avlarını beklediklerini izledi. Sonra ileride kıyıda kayığının içine oturmuş denizi izleyen birini gördü. Halikarnas Balıkçısını anımsatmıştı ona. Kafasına taktığı siyah kasketinin altından çıkan kır düşmüş saçları, iri burnu, gülmese de gülümsüyormuş gibi olan ifadesi ile dikkatini çekmişti Anıl’ın. Yanına yaklaşarak;

“Rastgele kaptan.” dedi. Denizde bir noktaya sabitlenmiş gözlerini bir ara Anıl’a yöneltip selam verdi. “Sen balık tutmuyor musun?” dedi Anıl. “Yok ” dedi gitmesini istercesine isteksiz bir şekilde. “Ben İstanbul’dan geldim.” dedi Anıl. “Plaj ileride” dedi hemen. Rahatsız olmuştu, sadece kendisine ait o zaman dilimine kimseyi almak istemediği belliydi. Duruşunda bir filozof, bir düşünür edası vardı adamın. Ve anlatabileceği bir hikayesi olduğunu düşündü Anıl.

“Suluada tekne turlarına katılmamı tavsiye etti ilçede bir garson. Sen ne dersin, tavsiye eder misin?” Adam cevap vermeyince, “İnternetten araştırdım turlar çok güzelmiş. Zaten buraya da Türkiye’nin Maldivler’i diyorlarmış. Çok güzel mağaraları varmış. Mesela, Aşk mağarası” Adam bir anda Anıl’a baktı, sanki yasaklı bir cümle kullanmış gibi yüzünde bir ifade belirdi. Bir şey diyecek oldu, vazgeçti.

“Neden Aşk Mağarası, bu ismin bir anlamı var mı?” dedi Anıl ısrarlı bir şekilde. Evet anlamında başını salladı. Beyaz atletin üzerine öylesine giydiği kahverengi gömleğin cebinden bir sigara çıkardı. Dudağının sağ kenarına sıkıştırıp çakmağı ateşledi. Ciğerlerine çekti dumanı, ağzının aldığı yuvarlak biçimle havaya saldı sonra. Karşıda bir noktaya bakarak film izliyor gibi;

“Yıllar, yıllar önce çok zalim bir baba varmış. Kızını çok severmiş ama belli etmezmiş. Kıskanırmış onu herkesten, yerdeki karıncadan, gökteki kuştan.” Sigarasından bir nefes daha aldı, külünü iki parmak darbesiyle denize attı. Bu arada Anıl da davet beklemeden kayığa indi. Karşısına oturdu. “Çok mu güzelmiş kız?” diye sordu. “Güzellik görecelidir. Babasına göre çok güzelmiş.” Adamın sesinde sonbaharın puslu bir sabahında kaybolan güneşin sıcaklığını hissetti. Tüyleri ürpertecek kadar soğuk ama üşütmeyecek kadar da sıcak.. Kelimeler ince bir sis tabakası gibi dudaklarından etrafa yayılıyordu sanki. Daha çok konuşsa daha çok anlatsa diye geçirdi içinden Anıl. “Kızını bu kadar seven bir baba niye zalim olmuş ki?” Sigarasından bir nefes daha alıp kayığın kenarında ezerek söndürdü.

“Babası kızına kimseyi yakıştıramamış, onun güzelliğine denk kimse yokmuş çünkü. Fakat kız bir gün aşık olduğunu söylemiş babasına. İzin vermemiş , kilitlemiş eve. Günlerce dışarı çıkarmamış. Çok ağlamış kız, çok yalvarmış. Bir süre sonra kızın sesi çıkmaz olmuş. Ne ağlıyormuş ne de tek bir kelime ediyormuş. Babası kızın haline çok üzülmüş. Sevdiği adam çoktan kızı unutup başkasını koluna takmış. Kızına bunu söyleyince yemeden içmeden de kesilmiş.”

Adam gömleğinin cebinden bir sigara daha çıkarıp yaktı. Gözlerinin üstüne düşen kır rengi kaşlarına rağmen buruşmuş göz çukurlarındaki mavi gözlerinin hüznü okunuyordu karşıdan. İnsan bir kere konuşmaya görsün. Şimdiye kadar tüm susmuşluğunun intikamını alırcasına döker içini. Kelimeleri bitene kadar konuşur. Anıl’ın karşısındaki adam da açmıştı kilidini bir kere.

“Doktor, doktor gezmiş. En son bir tanesi hava değişikliği önermiş. Hava değişikliği, insan değişikliği…” bunu söylerken adamın yüzünde acıyla alay karışımı bir gülümseme oldu. “Belki de baba değişikliği. Kızın bu haline sebep babasıymış çünkü. O zalim, o bencil babası.” Yüzündeki alay yerini öfkeye bırakmıştı. Sustu sonra. Sigarasından üst üste iki nefes aldı. Konuşmasını bekledi Anıl gözünü bile kırpmadan. Devam etmeyince, “Sonra ne olmuş peki” dedi merakla. “Babası buraya getirmiş kızını, kayığı ile Suluada’yı gezdirmiş. Aşk mağarasının orada atlamış denize kız. Hiç çırpınmamış, kurtulmak için çaba göstermemiş. Babası da atlamış ardından. Kızı sudan çıkarmış ve Aşk Mağarasının önündeki bir kayaya yatırmış. Bembeyaz elbisesiyle gelin gibiymiş. Ne yaptıysa yaşatamamış kızı.” Sigarasından bir nefes daha aldı. adam, “Bu sebeple de aşk mağarası denmiş demek. Hüzünlü bir hikayesi varmış.” dedi Anıl sessizliği bozarak. Adam o anda bedenen kayıkta değildi artık, üflediği her sigara dumanında uzaklaşıyordu ve bir noktadan sonra da kayboluyordu sanki. Bir müddet sessizce oturdular karşılıklı. Daha sonra Anıl, kendi ikliminde bırakmaya karar verdi adamı ve sessizce indi kayıktan. “Tanışmadık. Benim adım Anıl, ya senin ki?” diye seslendi ama cevap vermedi.

Suluada’ya olan on buçuktaki tura yetişmek için erkenden kalktı Anıl. Teknede en sakin yere geçti. Tekne Suluada’nın etrafını dolaşırken bazı noktalarda durup, isteyenler için yüzme arası verdi. Anıl ise elindeki küçük dürbünle etrafı izledi. Doğanın kusursuzluğu insanda bir barış duygusu oluşturuyordu sanki. Bu kadar güzelliği görüp de güzel düşünmemek imkansız diye düşündü Anıl. Sonra su altı mağaralarının olduğu yere çevirdi küçük dürbününü. Tam o esnada bembeyaz elbisesi ile bir kızın kayalıkların üstünde durup denize baktığını gördü. Dün kaptanın anlattığı efsane geldi aklına. Yanındakine uzaktaki kayalığı göstererek neresi olduğunu sordu. “Aşk Mağarası” dedi yanındaki genç kız. İçi bir garip olmuştu. “Gerçek olabilir mi, efsane gözümün önünde tekrar mı yaşanıyor, bu kız o kız mı?” Kafasında sorular yankılandı adeta, kalbi hızla atmaya, nefesi daralmaya başlamıştı. Denize atladı düşünmeden, Aşk Mağarasına doğru yüzdü nasıl yüzdüğünü anlamadan. Kızı gördüğü kayalığın başına geldi ama kimse yoktu. “Nerdesin, duyuyor musun sesimi, bana cevap ver , lütfen buralarda olduğunu söyle” Çıldırmış gibi bağırdı. Sonra kızı gördüğü kayanın dibinden bir kez daha daldı. Suyun altında beyaz elbiseli kızı aradı. Başını sudan çıkarıp derin bir nefes alıp tekrar daldı. Kız yoktu. “Yetişemedim, neden oyalandım, neden daha hızlı gelemedim, neden görür görmez atlamadım suya? Bağırsaydım belki duyardı beni, Belki engel olabilirdim. Olamadım.” diyerek kayanın üzerine çıkıp ağlamaya başladı. Bağıra bağıra, kimseyi umursamadan ağladı. Sonra biri geldi yanına küçük bir kayıkla. “İyi misin?” dedi. Cevap vermek istemedi Anıl. “Yardıma ihtiyacın varsa” derken “Benim değil o kızın yardıma ihtiyacı vardı.” diyerek kesti sözünü. “Hangi kızın?” diye sordu adam. “Az önce buradan atlayan kızın.” dedi ağlayarak. “Beyim, yanlış gördün herhalde. Kimse atlamadı.” “Gördüğüme eminim.” dedi emin olmadan. Sustu sonra Anıl. Şaşkınlık yaşadı bir süre. “Bu aşk mağarasının bir hikayesi varmış. Zalim bir baba kızını sevdiğine vermeyince buradan atmış kendini, buraya ondan sonra Aşk Mağarası denmiş.” Adam dudaklarını bükerek Anıl’a baktı. “Böyle bir efsane ya da hikaye ben hiç duymadım. Doğma büyüme buralıyım ama hiç duymadım. Kim anlattı sana bunu?” Ağlamıyordu artık Anıl. Dünkü adamdan bahsetti. Adını bilmediğinden daha doğrusu söylemediğinden, Halikarnas Balıkçısını andırdığından, beyaz atlet üzerine giydiği kahverengi gömlekten, hiç durmadan sigara içtiğinden, az konuştuğundan, kayığına oturup sadece denizi izlediğinden, balık tutmadığından bahsetti. Adam bir şifreyi çözmüş gibi yüzüne baktı Anıl’ın. “Cavit’ten bahsediyorsun. Birkaç yıl önce yerleşti buraya. Kızıyla tatile gelmişti. Hasta mıymış neymiş. Kızını kaybedince bir daha da gitmedi.” dedi. Hiçbir şey söylemeden adamın küçük kayığına bindi. Tekneye kadar götürdü adam Anıl’ı. Tur bitince balık tutan adamların yanına gitti doğru. Aynı yerde durup aynı noktaya bakan Cavit oradaydı. Kayığına sessizce indi, karşısına oturdu. Cebinden çıkardığı sigaradan Cavit’e de uzattı. Yan yana aynı noktaya bakıp içlerindeki kederi havaya yolladılar, her ikisi de aynı şeyi düşündüklerinden habersizdi.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Öğretmen / Yazar
3 Yorum
  • Sonunu hiç böyle beklemiyordum.
    Bir an efsanenin gerçek olduğunu düşündüm, ama adamın kendi çıkamadığı gerçeklik imiş.
    Güzel bir öykü.

  • Aşkları aşk yapan imkansızlıklar ve efsaneler değil midir?
    Vuslat olmadığı için aşk, aşk olur. Mecnun ile Leyla kavuşsaydı bugün kimse böyle bir aşktan söz etmeyecekti ve kimse de tanımayacajtı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version