Kürdan

Okan Turhan 37 Görüntüleme Yorum ekle
7 Dak. Okuma

Yıllar önceydi. Lisede yatılı kalıyordum. O zamanlar ailemin maddi durumu iyi olmadığından yüz yirmi kilometre uzaklıktaki okuluma giderken annem ancak yol parasını üstüne de beş lira harçlık verirdi. Minibüse binip şehre indiğimde cebimdeki beş lirayı dakikalar içinde canımın en istediği şeye harcardım. Tam dört sene bu şekilde okudum. Sadece uzun tatiller için aylar sonra evime giderdim.

Lise son sınıfta iken çok sert bir kış vardı. Öyle ki kar bir metreyi aşmış okullar bir hafta tatil edilmişti. Sokaklar, caddeler açılmış olsa da neredeyse tüm köy yolları kapalı olduğundan okul pansiyonunda yatılı kalan öğrencilerin yüzde sekseni mahsur kalmıştık. Haftanın üçüncü günü pansiyona eski beden eğitimi öğretmenimiz geldi. Öğretmenlikten ayrılıp Gençlik Spor İl Müdürü olmuştu. Pansiyon müdürü ile birlikte bizi büyük yemekhane salonuna topladılar. Bizler merakla bu ziyaretin ve toplanmanın sebebini öğrenmeyi bekliyorduk. Spor il müdürü konuşmaya başlayınca ziyaretin sebebini kısa sürede öğrendik. Koca spor il müdürlüğünün bize işi düşmüştü. Bu olay benimle birlikte birçok arkadaşımın da hoşuna gitti.

İlimizin futbol takımı o yıllarda ikinci ligde oynuyordu. O haftanın pazar günü de ev sahibi olarak maçı vardı. Kar yağışıyla saha ağır bir kar birikintisi altında kaldığından futbol kulübü valilikten yardım istemiş. Valilik belediye ile yaptığı görüşmede saha içine ağır iş makineleriyle girilemeyeceğinden kar temizliğinin hafif araçlar ve insan gücüyle yapılabileceğini kararlaştırmışlar. Spor il müdürü de bizden yardım istedi. Günlüğü kırk beş liradan, üç gün kar temizlemeye gönüllü öğrenci aranıyordu. Listenin en başına ben ve hiç ayrılmadığım üç arkadaşla birlikte elli kişi bu iş için adını yazdırdı. Kırk beş lira deyip geçmeyeceksin kardeş, kırk beş lira üç günde yüz otuz beş lira eder. Biz o parayı o zamana kadar aynı anda cebimize hiç koyamadık.

Ertesi gün belediye otobüsü ile sıkış tepiş, bizi erkenden alıp stadyuma götürdüler. Elimize kar küreklerini verdiler, koca koca da naylonlar. Ne imiş? Küreklerle karı naylonların üstüne koyup kar üzerinden kaydırarak saha dışına taşıyacağız. Elli öğrenci elliye yakın da belediye görevlisi başladık çalışmaya… Ama ne mümkün… Birinci gün akşama kadar yüz kişi çalıştık, temizlediğimiz yer sahanın onda biri ancak ediyordu. Oysa sahanın üç gün içinde temizlenmesi gerekiyordu. İlk gün hamlayan kollarımız, buyan ellerimiz, kıpkırmızı yüzümüz, acıkmış karnımızla pansiyona döndük. Ertesi gün sabah erkenden işe tekrar koyulduk. Dünkünün üzerine elli kişi daha bulunmuştu. Öğlene kadar epey çalıştık. Öğlen yemeği saatinde yüz elli kişilik işçiye yüz kişilik hatta daha da az kumanya getirmediler mi… Dakikalar içinde saatlerce çalışan insanlar kumanyayı bitirdi. Biz kaldık mı aç. İnsan acıkınca daha da üşür. Aç adam bırak zemheriyi ağustosta donar.

Akşama çok az kalsa da bir türlü olmak bilmiyordu. Açlık dayanılmaz noktaya gelse de ağzımızı açıp utandığımızdan kimseye tek kelime etmeden çalışıyorduk. O ara arkadaşlardan biri stadyumun arkasında elma ağaçları olduğunu toplanan ağaçlarda bazen tek tük kalabileceğini ve onların da karda bile dalda durduğunu söyledi. Bunu ben de biliyordum. Köyde çok defa bembeyaz karlar içinde kapkara kalmış elma ağaçlarından kıpkırmızı fakat az sayıda elmaları toplardık. Hemen arkadaşı onayladım ve dört kişi açlığın verdiği kararlılıkla elimizdeki kürekleri bırakıp stadyumun epey arkasındaki ağaçlara gittik. Birkaç ağaçta kıpkızıl elmalar beyaz karda parlıyordu, fakat elmalar en uç dalardaydı. Uzun süren çabalar sonucunda dört beş elma düşürüp saniyeler içinde yedik. Sonra birkaç tane daha… Elmalar baldan tatlı gelmiş, bizi mest etmişti.

Açlık dürtüsü bizi o kadar oyalamıştı ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Hava kararmaya başlıyordu. Arkadaşlardan birinin ikazı ile kendimize geldik. Koşarak stadyuma vardık. İn cin top oynuyordu. Karlar üzerine saplanmış kürekler, rüzgarda hışırdayan naylonlardan başka hiçbir şey kalmamıştı. Otobüsler herkesi alıp gitmiş… Tüylerim ürperdi. Birbirimize baktık. Onların da en az benim kadar tedirgin olduklarını gördüm. Bir an önce gitmeliydik çünkü stadyum şehir dışında ve okul pansiyonu da on kilometre uzaklıkta idi.

Hemen yola çıktık. Gündüz eriyen kar suları karanlığa doğru asfaltta cam gibi buzlara dönüşmüştü. O saatte yoldan geçen arabaların hiçbirinin buz üstünde bizim için fren yapmayacağını biliyorduk. Kısa sürede etraf zifiri karanlığa döndü. Gündüz sırılsıklam olan ayaklarımız yavaş yavaş uyuşmaya başladı. Ellerimizi üfleye üfleye durmadan yürüyorduk. Bir saate yakın yürüdükten sonra bir arkadaşımız yere düştü. Onu kaldırırken dördümüz de birbirimize baktık. Donduğumuzu anlamıştık. Güç bela biraz daha adım attık. Az ilerde sapsarı yanan bir ışık gördüm. Arkadaşlara ışığa kadar hiç durmadan yürümemiz gerektiğini söyledim. Biz yürüdükçe ışık uzaklaşıyor gibiydi.

Sonunda vardık. Bina önünde her yanı donmuş iki kamyon, bir de eski Rus marka cip vardı. Kapıya yöneldiğimizde buranın bir lokanta olduğunu anladık.

Kurtulduk, dedim.

Arkadaşlardan biri: Beş kuruş paramız yok, dedi.

Belli ki o hala açlıkla baş ediyordu. Kapıyı zorla açıp içeri girdik. Ortada gürül gürül yanan ve ısıdan dışı nar gibi olmuş bir soba vardı. Kaşlarımızın, saçlarımızın buzu birden çözülüverdi. Lokanta sahibi durumu anlamış olacak ki bizi sobaya yakın bir masaya oturttu. Sıcaklık, yemek kokuları, sobadan çıkan çıtırtı… Dördümüz de rüyada gibiydik. Bir yandan gözlerimi duvarlardaki resimlerde gezdirirken bir yandan da lokanta sahibinden borç karşılığında yemek istemek için nasıl bir diyalog kurmam gerektiğini düşünüyordum. O ara gözüm iki masa ötede iştahla yemek yiyen şık giyimli üç adama takıldı. Ellerindeki çatalları iri kuşbaşı kavurma tanelerine batırıp seri bir şekilde yiyorlardı. Bir tanesi çatal yerine kürdanla yiyordu. Tuhafıma gitmişti. Farkında olmadan diğer her şeyi bırakıp onu seyre daldım. Adama bakarken birden göz göze geldik. Beni yanına çağırdı. Sordu. Olanları anlattım…

Kısa süre sonra önümüze, on kişiyi bile doyuracak kadar bol kavurma, pilav, salata, taze ekmek geldi. Lokanta sahibi elinde kürdanla yemek yiyen adamı göstererek yemeği onun ısmarladığını söyledi. Yemekten sonra adam bize taksi çağırdı. Parasını peşin verip bizi pansiyona bırakmasını söyledi. Cebimize de yüzer lira sıkıştırdı.

Kır saçlı, dik duruşlu, pos bıyıklı, babacan bir adamdı. Adını sanını demedi. Ne zaman elime kürdan alsam o adam gözümün önüne gelir.

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Okan Turhan
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version