George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” kitabını okuduğumdan bu yana okunacaklar listemin en başında 1984 vardı. Sizin de fark ettiğiniz gibi, alışık olmadığımız bir tarzda kitaba isim verilmiş. Kitabın sayfalarında ilerledikçe aslında 1984 tarihinin, hatta tüm tarih ve rakamların pek de önemli olmadığını anlıyoruz. George Orwell bu romanı İskoçya’da, Jura Adası’nda, veremle boğuşurken 1947-1948 yılları arasında yazmış, ilk kez 8 Haziran 1949’da yayımlanmıştır. Buraya kadar her şey size çok sıradan gelebilir ama inanın öyle değil!
Romanın baş kahramanı Winston Smith. Nisan ayının aydınlık ama soğuk bir gününde ve saatler on üçü vururken başlıyor. Yer: Londra. Okyanusya’nın en kalabalık eyaletlerinden biri, Bir Numaralı Uçak Pisti. Londra savaşta, dünya savaşta… Her şeyin adı değişmiş, sadece bilindik bir “Londra” ismi kalmış.
Yaşamın her alanında Tele-Ekran adı verilen cihazlar var. Yani her an gözetleniyorsunuz. Aldığınız nefes, ani heyecanlanma, üzülme, tiksinme… Aklınıza gelebilen her duygu kaydediliyor. Tele-Ekran’daki bildirimlere karşı yüz hatlarınızı daima sevimli göstermek zorundasınız. Gerçi sevimli göstermek de yetmiyor; çünkü her an Düşünce Polisi’nin eline düşebilirsiniz. Büyük binaların cephesinde hep aynı dev afiş:
“BÜYÜK AĞABEY SİZİ İZLİYOR”
Kapkara, çirkin bir suratın altında bu yazı duruyordu. Slogansa şöyleydi:
- Savaş barıştır
- Özgürlük köleliktir
- Cehalet kuvvettir
Bu öğretiler, Gerçek Bakanlık binasının önünde asılıydı. Yenidil’de Gerçek Bakanlığının ismi Gerbak olmuştu. Yenidil, aslında bir bakıma dilsizlikti. Çoğu kelime kaldırılmış, eş anlamlı birçok kelime tek kelimeyle sınırlandırılmıştı. Oysa edebiyatla uğraşan herkes bilir ki kelimeler özgürlüktür. Bir ülkede konuşma ve yazma ne kadar fazla kelimeyle yapılırsa, bu o ülkenin ne kadar gelişmiş olduğunu gösterir. İşte Winston’un ülkesinde ilk önce kelimelerin içi boşaltılmıştı.
Her gün yeni bir tarih yazılıyordu. Çünkü bir önceki günün olayları, yazılanlar, gazeteler, hatta insanlar yok oluyordu. Bir gün önce konuştuğunuz kişiyi ertesi gün artık hiç görememek normal sayılıyordu. Her çalışma dairesinde dibi görünmeyen dev borular vardı. Buralardan tüm eskiler (bir gün öncesine ait olanlar) gönderilip yok ediliyordu. Tarihin olmadığı bir yerde elbette sorgulama da olmuyordu. Bir şeyin sorgulanabilmesi için başka bir şeyle karşılaştırılması gerekir. Ama Winston’un ülkesinde karşılaştırılacak hiçbir şey yoktu; sadece o gün ve o an vardı, öncesi yoktu.
Tüm insani duyguların alındığı bir hayat nasıl yaşanabilirdi ki? Dünyanın dengesinde kuvvetli bir üçlü vardır: insan, hayvan ve doğa. Bu üçlünün birbirinden ayrıldığı bir dünyada yaşamak, yaşamak değil sadece hayatta kalmaktır. Kitabın bir yerinde yaşayan cesetlerden de bahsediliyor. Yani hayatta olmanın hiçbir anlamının olmadığı bir dünya…
1947’de yazılmaya başlanmış bir kitaptan bahsediyoruz. Günümüzde birçok sosyal platformda yapılan diziler, böyle bir dünyayı konu ediniyor.
- Tarımın olmadığı,
- İlaç kapsülleriyle beslenilen,
- İnsani duygu ve hislerin yok edildiği,
- Aile kavramının olmadığı,
- Hissizleştirmenin ilk buradan başladığı bir yaşam şekli…
Metallerle kaplı binalarda, toprağı bilmeyen çocukların doğduğu bir dünya… Ne akan suyun serinliğini hisseden ne de gökkuşağını görebilen yeni bir düzen…
Evet, biliyorum içiniz acıdı. Kitabın son bölümlerine gelince zaten “Artık bitsin.” diye bir duygu kaplıyor içinizi. Yoruluyorsunuz… Düşünsenize, okumak bile bu kadar yorarken insanı, yaşamak nasıl olurdu ki? Düşünmek istemiyorum… Bu yüzden elimizden geldiğince “insan” olarak kalmalı ve bunu nesilden nesile aktarmaya çalışmalıyız. Tüm duygu ve hissiyatlarımızla…