Yıl 2017. Lise üçüncü sınıf öğrencisiyim o zamanlar. Bir gün dil ve anlatım dersinde hocamız “Arkadaşlar, bildiğiniz üzere ben sizin sınıf öğretmeninizim de aynı zamanda. Bu yetkiye dayanarak sizlerle bir tiyatro çalışması yapmak istiyorum. Ve bunu okulumuzun konferans salonunda, diğer sınıflara izletmek istiyorum. Ne diyorsunuz, var mısınız?” dedi. Biz tabi ki hep bir ağızdan, bağırmakla çağırmak arasındaki o ittifakta, gür bir rezonansla “varız!” dedik. Hocamız “tamam arkadaşlar, sağ olun.” Derken biz çoktan hangi oyunu oynayacağımızı bilmeden rol dağıtımına girmiştik. Yirmi yedi kişilik sınıfta, yirmi beş kişi başrol olmak için aday adaylığını koymuştu. Ortada hem bir karmaşa hem de bir heyecan vardı. Tabii bir de önemli bir soru vardı akıllarda: YSK’nın bu örneklem grup için yeterli hazırlığı var mıydı?
Hocamızın yönetmenliğiyle beraber çalışmalara başlamıştık. Ben başrol oyuncusu olmuştum. Bir dernek başkanını oynayacaktım. Arkadaşlarım da farklı roller oynayacaktı. Oyunumuzu sergilemeden önce hocamızla beraber birçok kez prova yaptık. Provalar gayet güzel ve eğlenceli geçiyordu. Fakat bu eğlenceliğin yanında bir tutam da zorluk bulunuyordu. O zorluk ise ezber yapmaydı. Kendi adıma seksen iki cümle ezberlemem gerekiyordu. Elbette ki ezber yeteneğimiz zihnimizi zorlayınca ortaya çıkıyordu. Fakat zihin de zorlandıkça inat etmeye başlamıştı. O inat ettikçe bizde inat ediyorduk. Karşılıklı inat etmelerin sonucunda bir aşamaya varmıştık: Artık hepimiz ezberlerimizi tamamlamıştık.
Geldi zaman gitti zaman. Provalar tamamlandı. Geriye oyunumuz için gerekli envanterleri hazırlamak ve oyunu oynamak kalmıştı. Herkes evinden, komşusundan ve köylüsünden bireysel ihtiyaçlarının yanında, aynı zamanda rol arkadaşlarının da ihtiyaçlarını karşılamak için envanter temininde bulundu. Bu temin işlemi yazıldığı kadar kolay olmamıştı. Bir ikna, bir istek ve bir vicdan sac ayağında, bütünleşik bir şekilde gerçekleşmişti. Oysa hocamız bu kadar çetin bir süreçten geçtiğimizi bilmiyordu. O sadece sipariş veriyordu bize. Biz ise not alıyorduk aklımızın bir köşesine.
Artık her şey tamamdı. O gün gelmişti. Rolümüze uygun elbiselerimizi giymiş, sahneye çıkmayı bekliyorduk. Tabii öncesinde bazı sorunlarımız vardı. Allah korusun sahnede heyecandan ezberlediğimiz cümleleri unutabilirdik. Bu bizleri haliyle tedirgin ediyordu. Öyle bir tedirginlikti ki kabadayı rolünü oynayacak arkadaşımız bir anda mülayim oluvermişti. Provalarda “asarım, keserim, ben buranın ağasıyım!” diyen adam gitmiş, yerine süt dökmüş kedi misali duran bir adam gelmişti.
İşin şakası bir yana hocamız sağ olsun bu durum için bize bir çözüm bulmuştu: Adı suflördü. Bu suflör arkadaşın görevi, sahnenin görünmeyen bir kısmından oyunculara unuttukları cümleleri veya sözleri fısıldayarak hatırlatmaktı. Bizim de iki tane suflörümüz olacaktı. Yalnız bu arkadaşlarımızın suflör olmalarının yanında, bir de umudumuz olduklarını da söylemem gerekiyor.
Hocamızdan aldığımız son direktiflerden sonra, oyunda rolü olmayan bir sınıf arkadaşımın yanına gittim. “Oyunda bir telefon konuşma sahnem var” dedim. “Birisiyle telefonda konuşuyormuş gibi yapmam gerekiyor” dedim. Ve bu kısmı ezberlemediğimi arkadaşıma söyledim ve bana yardımcı olması gerektiğini belirttim. Sağ olsun “tamam, hallederiz. Ne yapmam gerekiyor?” Dedi. Ben de “o diyaloğa geldiğimde seni telefonla arayacam” dedim. “Senden isteğim telefonu açıp benim oradaki cümlelerimi bana okuman” dedim. Arkadaşım ise “tamam hallederim ben” dedi. Onun ve suflör arkadaşlarımızın verdiği güvenle sahneye çıktık.
Oyun başladı ve her şey bir süreliğine olağan akışında devam etti. Sırasıyla sahne geçişlerini yapıyor ve rolümüzü canlandırıyorduk. Fakat zaman geçtikçe ezber konusunda sorun yaşamaya başlamıştık. Özellikle ben, suflör olduğunu bilmemden kaynaklı rehavete kapılmıştım. Ve yer yer diyaloglarımı unutmaya başlamıştım. Tabii unuttuğum yerde hemen bir doğaçlama yapıp toparlıyordum, fakat bu yeterli değildi. Alnımdan terler damla hâlinde akarken çok oralı olmamıştım ama bir süre sonra musluktan akarcasına ter damlamaya başlayınca hemen suflör arkadaşlarımıza döndüm. Ezberde sorun yaşadığımı anlamış oldular ki hemen fısıldayarak unuttuğum yeri söylemeye başladılar. Fakat ne söylediklerini anlamıyordum. Daha net duyabilmek için yanlarına adım adım yaklaşıyordum. Maalesef bu bile yeterli gelmemişti. Kaşımla gözümle “biraz daha sesli konuşun” dercesine isyan ediyordum. Onların da bir suçu yoktu aslında. Ağızlarından geleni yapıyorlardı. Bir iki çabadan sonra baktım olacak gibi değil, sahnede sırıtmaya ramak kala doğaçlamamı arttırdım. Ne de olsa seyirci diyalogları bilmiyordu.
Bu garabeti, elimden geldiğince toparlamaya çalışıyordum. Oyunumuz her şeye rağmen iyi gidiyordu. Sıra telefon sahnesine gelmişti. Sahnenin tam önünde durmuş, telefonumu cebimden çıkarmıştım. Oyun öncesi anlaşma yaptığım arkadaşımı, içimden “inşallah bir aksilik olmaz” diyerek aramaya başladım. Yapacağı tek şey, bana ezberlemediğim kısmı okumaktı. Telefon iki saniye çaldı ve üçüncü saniyede konferans salonunun yanındaki koridordan yüksek bir ses duyuldu: “ALO!”
Evet. Arkadaşım rolüne kendini öyle bir kaptırmıştı ki bir alo demesiyle konferans salonundaki herkes gülmeye başlamıştı. Ben bir yandan şaşkınlığımı gizlemeye çalışıyordum, bir yandan da arkadaşıma içten içe kızıyordum. O sırada arkadaşım ısrarla sanki ben onu duymuyormuşum gibi “ALO! ALO! SESİM GELİYOR MU? ALOO!” diyerek salonu kendinden geçirmeyi başardı. Ben de kısık bir sesle “evet, sesin geliyor” dedim. Yapacak bir şey yoktu artık, konuşmaya hiçbir şey yokmuş gibi devam ettik. Sağ olsun arkadaşım, benim söylemem gerekenleri benden önce seyirciye duyurmuştu zaten. Adeta bir yankılı döngüydü. Ses ondan, yankısı ise benden çıkıyordu.
Öyle böyle oyunu bir şekilde bitirdik. Son olarak seyirciyi sahnede hep beraber selamladık. Bizi mutlu eden bir şey oldu. Herkes bizi ayakta alkışlamaya başlamıştı. Biz o arada hocamızın gözlerine bakıyorduk. O da bize bakıyordu. Helal olsun size dercesine bir bakışı vardı. O an bir kez daha mutlu olmuştuk.
Daha sonra okul müdürümüz, kısa bir konuşma yapmak için sahneye çıktı. Herkes sessizleşmişti. Tam mikrofonu ağzına götürürken konferans salonunun kapısı açıldı ve “ALO!” diye bir ses duyuldu. İçeri giren kişi telefon sahnemde bana yardımcı olan arkadaşımdı. Herkes ona, o ise şaşkın bir şekilde bize bakıyordu. Bu sefer numaradan değil, gerçekten telefonla konuşuyordu. Herkes tekrardan gülmeye başlamıştı. Arkadaşım ise telefonla konuşmaya devam etmişti.