Hayat, karmaşık ve kalabalık bir pazar yeri gibi… Can atarak yöneldiğimiz, elde etmek için geceleri gündüzlere kattığımız nice şey var. Ancak çoğu zaman gözden kaçırdığımız şu: O ulaşmak istediğimiz şeylerin ya gerçek bir getirisi yoktur, ya da zararları, kârlarını çoktan gölgede bırakmıştır. Kimileri baştan aşağı lüzumsuzdur, kimileri de bunca çabaya aslında hiç değmez. Ne var ki, çoğu zaman onların iç yüzünü, gizli bedellerini göremeyiz.
Asıl sersemlik işte burada başlar: Biz yalnızca cebimizden çıkan parayı “bedel” sayarız. Oysa ruhumuzdan, zamanımızdan, huzurumuzdan verdiğimiz şeyleri “bedava” sanırız. Düşün: Eğer bir ev, huzurlu bir yuva ya da alnımızın teriyle yoğrulmuş toprak için; değerlerimizi, özgürlüğümüzü veya geri gelmeyecek zamanı vermemiz gerekseydi, bu alışverişe razı olur muyduk?
Ama işte tam da bunu yapıyoruz.
Seneca’nın dediği gibi:
“İnsan için kendisinden daha ucuz hiçbir şey yoktur.”
Bu, insanın kendi varlığına körleştiği, kıymetini unutup kendini tüketime sunduğu en büyük trajedidir.
Değeri Parayla Ölçülemeyenler: Onur ve Huzur
Bazı şeyler vardır ki, değeri para ile ifade edilemez: Onur, vicdan, şeref… Bunlar bir kere yitirildi mi, yalnızca insan ilişkileri değil, insanın kendiyle barışı da zedelenir. Bir menfaat karşılığında bunlardan vazgeçmek, yalnızca bir takas değil; ruhun en derin katmanlarında bir bozulmadır.
Sıkça tekrarlanan bir cümle var:
“Parayı da gördük, yokluğunu da… ama en beteri huzursuzluktur.”
Çünkü huzursuz insan, yatağı olsa da uyuyamaz; sevdiği olsa da sevemez. Üstelik kendi iç sıkıntısıyla başkalarının hayatını da karartır. Bu yüzden, paraya değer verirken en kıymetli “bedavalarımızı”—zamanı, sağlığı, ilişkileri—gözden çıkarmamak gerek. Çünkü onlar bir kez yitirilirse, geri alınmaları mümkün değildir.
Gerçek Zenginlik: İflasın Penceresinden Bakmak
Zenginliğin sembollerinden biri olan Sabancı ailesinden Sakıp Ağa’nın şu sözleri, zihinleri yerinden oynatacak kadar güçlüdür:
“Metin Sabancı diye bir oğlum var, 27 yaşında. Daha bir ayakkabı almamışım çünkü daha hiç yürümemiş. Allah kimseye vermesin bu talihsizliği. Çok fabrikalar yaptım, 93 sosyal bina yaptım… Ama iflas ettim ben. Bu pencerede iflas ettim. Koskoca bir Toyota fabrikam var, ama araba kullanacak bir oğlum yok.”
Bu sözler, paranın ve gücün her derde deva olmadığını açıkça ortaya koyar. Sahip olduklarımız değil, yitirdiklerimiz belirler bazen gerçek servetimizi. Bir oğlun yürüyememesi, bir babanın kalbini tüm servetten daha ağır iflasa sürükleyebilir.
Hayatın Defteri: Neye İmza Atıyoruz?
Eğer insan, kendisinden daha ucuz hiçbir şey değilse—ki değildir—o zaman hayat denilen bu pazarda kendine biçtiği değeri yeniden sorgulamalıdır. Elde etmek için yanıp tutuştuğumuz her şey, gerçekten ödemeye hazır olduğumuz bedellere mi değiyor? Yoksa “bedava” sandığımız kazançlar, bizi görünmez biçimde içimizden kemiriyor mu?
Her yeni “başarı”, ardında bir iz bırakır.
Her imza, hayat defterine atılmış bir beyandır: “İşte bu benim.”
Peki, biz bu imzayı kime, ne için atıyoruz?



















Allah razı olsun 🤲