Yalan yalanı doğurur derler. Ben de boyumdan büyük yalanlar söyledim. Hem de en sevdiğim kişiye… Evet biliyorum, bu ona yaptığım en büyük haksızlıktı. Bütün niyetim onun o güzel kalbini kırmamaktı ve bunun için çaresizce bulmaya çalıştığım geçici çözümlerdi sadece. İçinde en ufak bir kötü niyet olmayan, beni kısa süreliğine kurtaran bu ufak tefek yalanlar biriktikçe altında kaldığım koca bir dağa dönüştü. Bunca yalanla baş edemez hale geldiğimde aklımı yitirecek noktaya gelmiştim. Şimdiyse yüzleşme zamanı…
Nasıl ve nereden başlayacağımı tam olarak bilemiyorum fakat tek bildiğim artık onun bunları bilmeye hakkının olduğu. Benim gibi Napoli’nin suçla dolu sokaklarında yetişmiş bir serserisine güvenmekle hata ettiğini düşünecek, hakkımdaki eski düşünceleri, sağlam güveni yerle bir olacak, gözündeki eski konumumu kaybedeceğime eminim ama bütün bunların olacağını tahmin etmeme rağmen söylemedim mi onca sahte gerçekliği? Madem kırk tane yalanı söyleyebilecek kadar kabiliyetim var, bunları ona açıklayıp gerçeklerle yüzleşmek de boynumun borcudur.
Limana giderken, gemiye binerken ayaklarım sürekli geriye gitti. Göğsüme çöreklenen onca ağırlıkla nasıl hala Atlantik’in dibini boylamadım bilmiyorum. İçimi kemirip duran gerçeklerin ağırlığı beni her defasında daha da alaşağı ediyordu çünkü. Ah güzel Amaranta’m… Adın gibi ölümsüz müdür bana aşkın acaba? Bunu çok geçmeden anlayacağım. Ve ne yazık ki yaşayacağın hayal kırıklığından sonra bunu sana öğreten ben olacağım…
Geçen hafta Napoli’ye döneceğim haberini verdiğimde nasıl da sevinmişti. Esmer yüzünde güller gibi açan gamzelerini neredeyse buradan, Atlantik’in öbür yakasından görebiliyordum. Kara gözleri sevinçten ışıl ışıl halde ikinci bir güneş gibi parlamıştır şehrin semalarında. Geleceğim günü sabırsızlıkla bekliyordur. Eminim bu sabah erkenden uyanıp benim en sevdiğim kıyafetini, ona çok yakışan yakası ve etek uçları fırfırlı ateş rengi elbisesini giymiştir. Gece gibi karanlık gözlerini bir o kadar koyu kalemle boyayıp ok gibi kirpiklerini kıvırmış, kalın dudaklarını da yine kırmızıya boyamıştır. Saçları buram buram yasemin kokuyordur. En muhteşem haliyle etekleri uçuşarak koşup gelecektir istasyona. Peki ben ona ne verebileceğim? Kucak dolusu yalan ve hayal kırıklığı… Aman Tanrım ben ne yaptım?! Yüreğimi birisi şimdi şu anda söküp alsa gıkım çıkmayacak, hele bunu Amaranta’m yapsa sevinçten ölebilirim bile, ona yaşatacak olduğum ölümden beter duyguların karşılığında belki böyle yaptıklarımın diyetini ödemiş olurum. Bir yandan: ‘’Hey dur bakalım, bu kadar kolay mı bu işin içinden sıyrılmak?’’ diye azar çekiyor iç sesim kendime, ölüme başvurmak senin için en kolay çıkış yolu, utancınla yaşamayı göze almak daha ağır bir bedel, hazır mısın böyle bir geleceğe?
Gemi güneşin batacağı vakit Yunanistan’dan çıkmış Atlantik’in sularında yavaş yavaş ilerliyordu. Güneş ufku önüne perde gibi germiş turuncu ve kızıl ışıklarını güverteye saçıyordu boylu boyunca. Ben de tıpkı diğer yolcular gibi bulduğum bir plastik sandalyeye kurulmuş tırabzanlardan denizi izliyordum. Kıyıyla gemi arasında epey bir mesafe olmasına rağmen kıyıdan tamamen kopmamıştık, gökyüzü iyice karanlığa gömüldüğünde ışıltılı bir mücevher gibi parlıyordu ilerideki kıyı şeridi. Kim bilir hangi şehirlerin açıklarından geçiyorduk, kim bilir benim gibi düşüncelere gömülen kaç yaralı ruh denizi süzüyordu gecenin bu saati üzgün bakışlarla. Dünya hüzünden ibaretti neticede. Hüzünlü ruhlar olarak şüphesiz biz büyük bir kalabalıktık fakat her birimiz kendi içimizde yaşadığımız kıyametlerle yapayalnızdık da aynı zamanda.
Şimdi batan güneş yarın tekrar doğduğunda Amaranta’m ile iki kişilik hayatımızda bir kıyamete şahitlik edecekti. Ben de o kıyameti kendi elleriyle inşa eden ve adım adım ona doğru giden hem cellat hem de kurbandım, sözlerimin, tutamayacağım vaatlerin kurbanı… Aşkımın, geleceğimin, huzurumun celladı ve kurbanıydım…
Havadaki ılık rüzgâr ve dalgasız deniz, gökyüzünde tabak gibi parlamakta olan dolunayın karanlık sulara saçtığı gümüşi ışıltıları yüreğini karanlığa mahkûm etmemiş kimseler için son derece huzur verici olsa da benim için bu huzurdan nasiplenmek söz konusu değildi. Geminin güvertesinde sandalyelerde oturan küçüklü büyüklü gruplar halindeki yolcuları şöyle bir gözlemledim de ne kadar sıradan bir görünüm çiziyorlardı benim de özlemini duyduğum. Kimi küçük çocuğu ve ailesiyle çıkmış yola, kimi arkadaş grubuyla. Hatta çok neşeli on-on beş kişilik bir kadın grubu vardı, aralarında koyu bir sohbet döndüğü her hallerinden belliydi. Konuşmalarını anlamasam da kesinlikle hoş vakit geçirdikleri anlaşılıyordu. Bense böyle bir imkândan aylardır mahrumdum. Belki düze çıkarım umuduyla başladığım Yunanistan’daki yeni hayatıma tersine hiç adapte olamadım. Hep bir yabancıydım oradakilerin gözünde ve öyle de kaldım. ‘’Şu Napoli’li var ya…’’ diye başladıkları her konuşmada dalga konusu bendim. Zaten kimi kandırıyordum ki? Ezelden beri çalışmak bana göre değildi. Girdiğim işlerde de dikiş tutturamadığım için beni epey bir hor gördüler uzun zaman. Ama nişanlımın canını sıkmamak için ona çektiğim bu eziyetlerden bahsetmedim. Beni her daim güçlü bir adam olarak bilsin istediğimden belki de… Bulaşıkçılık, garsonluk, komilik ve daha pek çok işi denemiş ve sevmemiştim. Ama sanki bütün bunlar hiç olmamış gibi yaptığım işi çok sevdiğimi, bu işlerden epey para kazandığımı, hatta kazancımla ayrı bir iş yeri açmak istediğimi, burada iyice düzen kurunca Amaranta’yı da yanıma alacağımı filan söylemiştim… Köpekler işesin benim bu aklıma e mi! Kızı aylarca yapay bir ümitle oyaladım. Kandırdım onu düpedüz. Asıl yalanlara başvurarak gerçek bir korkak gibi davrandım. Sözde cesur adam seni!
Ağlamak istiyorum, utanmasam bunca kalabalığın içinde ağlayacağım. Boğazıma takılıp kalan yumru canımı yakıyor. Ayağa kalkıp güvertede biraz gezinme ihtiyacı duyuyorum. Bu şekilde belki gözyaşlarımı zaptedebilirim. Hey hat! Şu anda bu güvertede dönüş yolunda Amaranta’mla mehtabı izleyerek gelecek hayalleri kurabilirdik. Onun o zarif ellerini avucuma almış, mutlulukla hayallerimizin koynunda sabahlara dek burada oturabilirdik. Bu gemiden inerken yeni hayatımıza ilk adımlarımızı atardık bir daha geriye dönmemecesine… Bütün güzel olabilecek şeyleri kendi ellerimle mahvettim, ne yazık, ne yazık…
Geminin içine girdim bir müddet, klimanın da etkisiyle epeyce soğuktu içerisi, alt kattaki kafede oturup laflayan insan kalabalığına da katlanamadım, tekrar güverteye çıkıp etrafıma bakındım. Bütün bunların içinde bana ait bir yer yoktu sanki, olmamam gereken bir yerde gereksiz bir eşantiyon eşya gibiydim.
Gemiye bindiğime pişman oldum o an. Keşke geri dönmenin bir imkânı olsaydı. Gemi bana öteki limana varış dışında bir seçenek bırakmamıştı. Ya da… Yok, kolay yolu seçmek yok, şimdi şu anda kendimi aşağıdaki sulara bıraksam kimse engel olamaz, fakat bunu yapmamalıyım. Yoksa yapsa mıydım acaba? Hem belki de Amaranta’nın gözünde yalancı ve zayıf bir adam olarak değil de hep çok sevdiği bir adam olarak kalırdım. Düşününce hiç fena bir fikir değildi. Sağ ayağımı tırabzanın alttaki demirine dayadım, kendimi yukarı çekip üstünden bedenimi aşırmam zor olmayacaktı. Ellerimle kuvvet alıp tam yukarı çekiyordum ki kendimi omzumdan güçlü bir elin beni geriye doğru çektiğini hissettim. Üzerinde turuncu fosforlu işçi yeleği olan bir gemi çalışanıydı. Göçmen olduğu her halinden belliydi. Anlamadığım birkaç kelime söyledi bana. Fakat niyetimi anladığını ve gözünün birkaç dakikadır üzerimde olduğunu bozuk İngilizcesiyle anlatmaya çalıştı. Elimle teşekkür edip yanından uzaklaştım. İçimden geçenleri etrafıma açık ettiğim için utanç duyuyordum. Adam nereye gidersem gideyim beni takip ediyordu şimdi. ‘’Ben buradayken sorun yaşanamaz dostum.’’ der gibi bakıyordu. Suçluluk duygusuyla onu başka bir delilik daha yapmayacağıma dair temin etmek istedim. Kafeden aldığım sıcak bir kahveyi eline tutuşturdum, ‘’gracias amigo’’ karşılığından sonra arkamdaki sıraya oturdu. Göz hapsinde olduğumun bilinciyle daha dikkatli davranmaya çalıştım bu sefer. Adamı tedirgin etmekten çekinerek tekrar tırabzana yaklaşıp aşağıya eğildim, geminin suları yararak ilerleyişine baktım. Ardımızda bıraktığımız dalgalar, karanlıkta beyaz köpükler çıkararak yayılıyordu. Bu geminin işleyişi, ardımızda bıraktığımız dalgalar ve hayatta birçok şey öngörülebilirdi fakat söz konusu insansa işte bu büyük bir muammaydı. Kişi kendisi dâhil hiç kimseye tamamıyla güvenemezdi. İnsanın öngörülemezliği ona aynı zamanda bu güvensizliği katıyordu. On sekiz yıllık yaşamı boyunca Napoli’den hiç dışarı çıkamamış olan Amaranta’m hayatla ilgili kısıtlı bilgilerinin içine benim sayemde(!) çok önemli bir bilgi ekleyecekti: ne kadar tanıdığını zannetsen de herkes kendi içinde bir muammadır. Farklı şartlarla karşılaşmadan kimse kimseden emin olamadığı gibi kendinden bile emin olamaz insan. İşte şimdi ben de aynaya baktığımda bambaşka bir adam görüyorsam bu yüzdendir. İçimdeki muammalarla karşılaşmak ve bunun sonucunda sevdiğim kadına ihanet etmiş olmak benim için son derece dehşet verici. Kendini böyle tanımak ne acı…
Güneş sarı bir yuvarlak olarak geminin bordasından yükselirken sabaha kadar kapamadığım gözlerim güneşin güçlü ışıkları altında yanıyordu. Kendimle boğuşarak geçirdiğim saatler sonuna erecekti biraz sonra. Bari’ye varışımıza az kaldı. Oradan da Napoli’ye yapacağım birkaç saatlik kara yolculuğu bizi birbirimize bağlayacaktı ve sonrası… İşte bu kısmı düşünmek bile istemiyordum. Gemi az sonra limana yanaşmaya başladı. Yolcular onları bekleyen tanıdıklarıyla kucaklaşırken ben elimdeki tek bavulumla öylece kalakaldım limanın ortasında. Oradan oraya koşturan gemi çalışanları, gemiden inen yolcularının bekleyişindeki kalabalık ve bavullarını yüklenmiş yolunu bulmaya çalışan insan seli içinde ufak bir çakıl taşıydım bir tekmeyle suyu boylamayı bekleyen. Bir müddet öylece beklememe rağmen kimse benim için bu iyiliği yapmamıştı. Nihayet Napoli’ye giden ilk trene bindim. Daha evvel sözleştiğimiz gibi istasyonda buluşacaktık. Yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra istasyona geldiğimde bavuluma ıslak avuçlarımla yapışmış, nemli Napoli sıcağını içime çekerek etrafıma bakınmıştım. İşte oradaydı Amaranta’m, tam karşımdaydı… Gamzelerinde açan güller, gözlerindeki ışık, saçlarındaki yasemin kokusu, hepsi yerli yerindeydi, fakat bir ben ve içimdekiler alaşağı olmuştu.
Bütün bu yaşam ışıltısını söndürmek üzere ona doğru adım attım. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…