Seni ilk gördüğümde gözlerinde ışıltılar gülümsüyordu. Sanki yakamozlardan kopan ışık parçaları saçılmış, gözlerinde kendine yer bulmuştu.
Her ışık huzmesi bir hikâye taşıyordu kalbinin derinliklerinde. O hikâyelerde ne yaşanmışlıklar vardı, kim bilir?
Gözlerine bakanlar bu hikâyelerin ışıltılı büyüsüne takılıp kalıyor, seni daha fazla tanıma ihtiyacı hissetmiyorlardı. Onlara göre gözlerinde ışık varsa, karanlıklar senden uzaktı; çünkü ışığın olduğu yerde karanlık barınamazdı.
Fakat bir şeyler vardı gözlerinde. Işık olmasına ışık vardı ama sanki bu, yağmur sonrası çıkan gökkuşağı gibiydi. Birazdan yine kaybolacaktı.
Ben diğer insanlar gibi bakmıyordum gözlerine. O ışık huzmeleri beni yanıltamazdı. Ötelere baktım, çok daha ötelere; derinlere, en derinlere… Üç boyutlu bir resme bakar gibi baktım. Görünenin ardında saklı olan gerçeği görebilmeliydim.
Gerçekten gözlerinin içinde koskoca bir okyanus barındırıyordum. Bu okyanus hırçın, dalgalı ve tuzluydu. Dalgalar kalbine çarptıkça, dalgaların sesi kalp atışlarına karışıyordu. Aslında kalp atışlarının dalga sesi olduğunu seni ruhuyla dinlemeyenler anlayamıyordu.
Okyanusun dibinde acılar vardı, acılardan oluşan adacıklar vardı. Batık gemilerin enkazı, içindeki yükü daha da ağırlaştırıyordu.
O enkazlarda hayatından çıkardığın insanlar vardı. Hani dost gibi görünüp, yüzüne gülüp menfaati bitince de seni terk eden iyi gün dostu insanlar…
Sonra umutların… Umut kırıntılarıyla doluydu derinler. Ne çok hayal kırıklığı yaşamıştın bu hayatta. Sadece gözlerine bakanların bunları bilmesi imkânsızdı.
Ve başrol oynadığın filmler…
Halbuki kendi filmini kendin yazıp, kendin oynamak istiyordun ama bu haklı isteğini sana bırakmamışlardı ki. Senin oynadığın filmleri hep başkaları yazmış ve seni zorla o filmin başrolünde oynatmışlardı. Ne büyük bir zulümdü, insanın sevmediği bir filmin başrolünde olması, değil mi?
Halbuki hayata dair ne hayallerin vardı. Okyanusun dibinde, en berrak yerinde açan umut çiçeklerin vardı ama açmasına izin vermediler. İnciler vardı, avuçlarına alıp gözlerindeki ışıkla onlara düet yaptıracaktın. Kendine ait şarkıların vardı, söylemek istediğin ama daha sen ağzını açmadan, şarkıların notalarını kirli ayakları altında ezdiler.
Güçlü insanlar her şeye rağmen içindeki o acılarla dolu okyanusu taşımayı bilir; zayıf insanlar ise o okyanusun hırçın dalgaları altında yok olup gider. Ve sen, o güçlü insanların en güzel örneğisin…
Güneş gülümsüyor yüzüne. Güneşe bakmayı başarabilsen, ruhun da aydınlanacak belki. Güler yüzlü insanlar uzatıyor elini, tutabilsen daha aydınlık bir dünyaya çekecekler seni.
Sol yanın acı içinde, sağ yanını da sen dönüyorsun acını indirecek insanlara. İnsanlarla arana duvarlar örüyorsun inadına. Aynı inatla o duvarların arkasına saklıyorsun kendini. Güneşin ışıklarından kaçıyorsun resmen. Duvarlar yükseliyor önünde. Duvarlar, buz gibi soğuk, küflü duvarlar. Nedense seviyorsun bu duvarları. Sanki senden bir parça olmuşlar. Bu gidişle o duvarlar bir gün üstüne yıkılacak, yok olup gideceksin. Kendine bunu yapmaya hakkın var mı, söylesene! Bence yok. Gözlerindeki ışık özgür kalmalı. Etrafındaki insanlar o ışıktan kıvılcım alarak kendilerine yeni ışıklar yakmalı.
Bir insan en büyük kötülüğü kendine yapar. Kendi duvarlarını kendi örer. İlk başta çok önemsemediğin o duvarlar, bir gün artık yıkamayacağın kadar büyür. Bazen de buz dağları örersin ruhuna. Ne kadar soğuk olursan, o kadar büyük olur o dağlar. Onların erimesi için önce ruhun, sonra yüzün sıcak olmalı ki önce kendini ısıt, sonra çevrendeki insanları…