İlişkiler çoğu zaman bir hikâyenin büyülü başlangıcı gibidir. Kalp daha hızlı atar, sözcükler daha kolay akar, dünya daha anlamlı görünür. Çünkü birini sevdiğimizde aslında hayatın bir noktasında “tamamlanmış” hissederiz. Sanki içimizde eksik kalan bir parçayı bulmuş gibi oluruz. Oysa zaman geçtikçe fark ederiz ki, karşımızdaki kişi bir eksikliği tamamlamak için değil, bize kendimizi göstermek için oradadır. Her sevgi aslında bir aynadır. Ve o aynada yalnızca karşımızdakini değil, kendi yaralarımızı, korkularımızı, beklentilerimizi de görürüz.
Birçok insan ilişkilerde “birlikte olmayı” öğrenir ama “kendisi kalmayı” unutur.
Psikolojide buna duygusal özdeşleşme denir: Bir noktadan sonra kişi, partnerinin duygularını kendi duyguları zanneder. Mutluysa mutlu olur, sessizse susar, üzgünse kendi rengini kaybeder. Böylece ilişkinin içinde iki insan değil, birbirine benzemeye çalışan iki yansıma kalır. Oysa sevgi, birbirine benzemek değil; farklılıkların içinde uyum kurabilmektir. Gerçek bağ, iki bireyin kendi kimliğini kaybetmeden yan yana durabilme gücüdür.
İlişkilerde sıkça duyduğumuz bir cümle vardır: “Beni anla.”
Bu cümle, sevginin en içten ama en yanlış ifade edilmiş hâlidir. Çünkü çoğu zaman biz anlaşılmayı beklerken, anlatmayı unutuyoruz. İçimizdeki sitemi, kırgınlığı, özlemi söyleyemeyip karşı tarafın anlamasını bekliyoruz. Sonra da anlaşılmadığımız için kırılıyoruz.
Oysa ilişki bir zihin okuma değil; bir duygu paylaşımıdır. Gerçek iletişim, aynı fikirde olmak değil, aynı kalpte buluşabilmektir. Bazen bir bakış, bir sessizlik, bir “seni anlıyorum” kadar sade bir ifade bile iki insanı yeniden bağlayabilir.
Bir ilişki, tıpkı iki farklı dünyanın ortak bir denge noktası bulma çabası gibidir.
Bir taraf sürekli verirken, diğeri almaya alışırsa, terazinin dengesi bozulur. Biri hep dinleyen, diğeri hep anlatan olursa, bir süre sonra kelimeler anlamını kaybeder.
Sağlıklı ilişki, iki tarafın da kendi merkezini koruyabildiği yerdir. Ne tamamen iç içe geçmek ne de duvar örmek… Gerçek bağ, “sen” ile “ben”in sınırlarını koruyarak “biz” olabilmektir.
İlişkiler aynı zamanda geçmişin yankılarını da taşır.
Birinin ilgisizliği, çocukluğumuzda yeterince görülmemiş yanımızı hatırlatır. Küçücük bir tartışma, bir zamanlar reddedildiğimiz o acı duyguyu yeniden canlandırır. Bu yüzden birçok ilişkide, aslında bugünün değil, geçmişin duyguları konuşur. Bir yetişkinin ağzından çıkan sözlerin ardında bazen sevilmek isteyen küçük bir çocuğun sesi gizlidir.
Olgun bir ilişki, yalnızca karşımızdakini değil, onun geçmişini de anlayabilmektir. Çünkü herkes bir bagajla gelir hayata; bazıları ağır, bazıları sessiz ama hepsi görünmez biçimde ilişkiye taşınır.
Bir ağacın kökleri zayıfsa, en küçük rüzgârda devrilir. Ama kökleri derin olan bir ağaç, fırtınalarda bile esner ama kırılmaz. İlişkiler de böyledir. Kendiyle barışık, duygusal olarak olgun iki insanın ilişkisi kolay yıkılmaz. Çünkü onlar birbirine yaslanmaz, birbirinin yanında durur. İhtiyaçtan değil, sevgiden bağ kurarlar. Ve sonunda fark ederiz ki, her ilişki bir yolculuktur.
Bazı yollar uzun sürer, bazıları kısa… ama her yol bize kendimizi biraz daha öğretir. Kimi ilişkilerde sevmeyi öğreniriz, kimilerinde sınır çizmeyi, kimilerinde de gitmeyi. Ama hepsi aynı yere çıkar: Kendini kaybetmeden sevebilmeyi öğrenmek.
Belki de ilişkiler bize en çok bunu hatırlatır:
Sevgi, birine tutunmak değil; biriyle yürürken kendini unutmamaktır.
Ve en güzel bağ, iki insanın birbirini değiştirmeye çalışmadan, olduğu gibi kabul edebildiği yerdir.
















