Kalabalıkların içinde kaybolmuş yüzler… Her gün yanından geçtiğimiz, bir anlığına göz göze geldiğimiz ama anlamaya fırsat bulamadığımız o tanıdık yabancılar. Otobüs durağında, pazar yerinde, kaldırımlarda hızla ilerleyen yavaş zihinler… Gözlerinde tanıdık yalnızlıklar taşıyanlar… Gülüşlerinin ardında hayal kırıklıklarını gizleyenler…. Şehrin sesine karışmış, duyulmayan sözcükler…
İnsanların yüzlerinde saklı olan, kelimelere dökülmeyen hikâyeler… Bakan ama görmeyen gözler, gülen ama hissetmeyen dudaklar… Rutin koşuşturma içinde, kısalan ömürler… İnsanların omuzlarını düşüren fakat görünmeyen ağırlıklar…
Modern zamanların getirdiği hızla körelen duyular… insanlar arasında köprü kurmaktan ziyade yabancılaşmayı artıran tavırlar…. Gözler ekranlarda, eller telefonlarda… Bir çift gözle göz göze gelmek bile artık insan için ağırlık. Bildirim sesleri ile artan kalp atışları, birbirini kıskanan ve taklit eden tüketici bir nesil… Sanal gerçeklikle izole hayatlar…
Bir bakış bazen içsel bir fırtınayı ele verir. Çatlamış bir gülüş, yorgun bir omuz düşüklüğü, titrek bir nefes… Yanından geçtiğimiz o adam, belki yılların yükünü omzuna almış, sessizce taşımaktadır. Bankta oturan yaşlı kadın, geçmişten bugüne savrulmuş hatıraların içinde kaybolmuş, hayatının dökümünü yapmaktadır. Ya da genç bir kız, gözlerinde parlak umutlarla, içinde büyüyen korkularla geleceğe bakmaktadır.
Kalabalık, ruhların yankısız kaldığı bir koca boşluk. İnsanlar yan yana ama birbirine uzak. Adımlar çarpışıyor, sesler birbirine karışıyor, geriye kocaman bir anlamsızlık kalıyor. Duyguların ortasında hissizleşmek… Yalnızlığın en soğuk hali, kalabalığın içinde görünmez olmak. Şehirlerin büyümesiyle ruhlarımızın küçülmesi arasında bir denge kaybı var. Artık yüzlere bakmak cesaret istiyor. Çünkü bakmak, anlamak demek. Anlamak ise sorumluluk almak…
Bir an göz göze gelmek bile büyük bir devrim. O anın içinde saklı olan hikâyeyi görmeye çalışmak, o yüzün ardındaki ruha bir anlık da olsa dokunabilmek, onu anlamak… Anlamak, paylaşmak demek. Paylaşmak ise duvarları yıkmak, içsel sınırları aşmak. Oysa biz, kendi yalnızlığımızda daha güvendeyiz. Başka bir yalnızlığa bakmak, kendi içsel çatışmamızla yüzleşmek gibi…
Kalabalığın içinde görünmez olmamak… Yüzlerin ardındaki hikâyeleri görmeye cesaret etmek…Daha az tüketmek daha çok hissetmek. Yıpranan bağları yeniden dokumak… Yavaşlamak …İşte ihtiyacımız olan bu! Bir sabah uyanıp bildirimlerin yerine kuş seslerini duymak, mis gibi kokan çayın yanında sıcacık ekmeği dilimlemek ve o an küçük şeylerin verdiği kocaman huzura kendini bırakmak. Rahat bir ayakkabı giyip sokaklarda öylece turlamak ve yanından geçen her canlıyla göz göze gelip gülümsemek. Ve her an’a tüm kalbimizle teşekkür etmek güzel olur.