Yarım Kalan Bir Çocukluk ve Göçmüş Bir Kadınlığın Hikâyesi
Köyün yükseklerinde, taş evlerin arasına sıkışmış, güneşin az ama geleneğin çok dokunduğu bir Anadolu köyü vardı. Bu köyde her şeyin bir vakti vardı: kuşun ötüşünün, çocuğun koşmasının, kızın gelin olmasının… Ama bazen zaman acele ederdi. Özellikle gelenek, sabrı unutunca…
Cemil, köyün içinde çocukluğunu yeni yeni keşfeden, elinde ceviz torbasıyla gezen bir delikanlıydı. Ama delikanlı denmesi bile fazlaydı. İçinde hâlâ çocuk vardı. Sokakta arkadaşlarıyla ceviz savaşı yapar, ağacın tepesine tırmanır, akşam ezanı okununca annesinin sesine koşarak eve dönerdi. Fakat ailesi için başka hesaplar vardı.
Köyde dededen kalma toprak, miras, paylaşım tartışmaları başlamıştı. Cemil’in ailesi, “Evin oğlu elden giderse mal bölünür,” diye korkuyordu.
Ve bir gün, onun henüz “sevgi nedir” bilmeyen kalbi, bir evliliğe itildi. Cemil’in evleneceği kişi, köyde namuslu, çalışkan, sessiz bir genç kadın olan Gülsüm’dü. Gülsüm’ün de hayalleri vardı elbet. Belki sevdiği biri olurdu, belki uzak bir köye öğretmen olurdu. Ama kader onun yerine karar vermişti. Ailesi, “İyi bir aile,” diye Cemil’le söz kesmişti.
Cemil o gün damatlık giymişti ama ayağında çocukluğunun tozlu çarıkları vardı. Gülsüm ise gelinliğe sarılmıştı ama yüreğinde buruk bir yalnızlıkla… Evliliğin ilk gecesinde herkes çekildi odasına. Gülsüm, beyaz duvakla oturuyordu. Utangaç ama hazır. Korkak ama teslim. Sustu, çünkü “Kız susarsa iyidir,” demişlerdi ona yıllarca.
Ve kapıdan Cemil içeri girdi. Ama yanında ne bir sevgi ne bir ilgi vardı. Elinde bir avuç cevizle, güle oynaya girdi odaya. Yatağın kenarına oturdu, cevizleri yere attı.
Gülsüm, bir an donup kaldı. Hayatı gözlerinin önünden geçti. Anladı ki karşısında bir koca değil, hâlâ oyun peşindeki bir çocuk var. Ve içindeki o büyük sükût bir cümleye dönüştü:
“Ceviz oynamaya mı geldin odama?
Sevdiğin de bu mu, derler adama?”
Bu söz bir sitemdi. Bir kadınlığın çığlığıydı. Gelinlik giymişti ama eş olmamıştı. Bir odada yalnız kalmıştı ama hâlâ kendi yalnızlığına dert ortağı arıyordu.
Günler geçti. Cemil’in umurunda değildi. O hâlâ çocuktu. Oyun oynuyor, kahkahalar atıyordu. Gülsüm ise günbegün içine kapanıyor, susuyor, sararıp soluyordu.
Ne sevilmişti ne çocuk olmuştu. Kendi gençliğine bile doyamamıştı. Bir kadın, kendisini çocuk bir damada anlatmak zorunda kalmıştı. Ve bu yalnızlık zamanla bir türküye dönüştü…
“Ceviz oynamaya mı geldin odama,
Nişanlın da bu mu, derler adama?
Dayanamam senin kara sevdana,
Olmuyor eş, eşini bulmuyor…”