Gökyüzüne uzun uzun baktım. Ayşem’i, Nil’i ve en önemlisi de babamı… Son kez göremeden bu dünyadan göçüp gitmek… En ağırı buydu sanırım. Omzuma büyük bir yük sinmişti, kurtaramıyordum kendimi. Bütün bu evren, galaksi, her şeyin sonu bir gece sonraydı demek. Aman Yarabbi, her şey bir toz zerresi gibi yerle bir olacak. Yarın ipi boynuma geçirdiklerinde tüm hayatım bitecek. Herkes gidecek, bedenim ruhumdan ayrıldığında sessizlik hâkim olacak ve sonra insanlar bir bir önce yüzümü, sonra adımı ve kim olduğumu tamamen unutacak. Oysa çocuk… Evet, o çocuk ölmesin diye yaptım bunca şeyi. Ama ne gezer, o heriflerde vicdan denen… Her şey o iblisin yüzünden.
Uzun, çok uzun zaman önce… Annem olacak kadın, gözlerime indirdiği yumrukla önce kanlandı gözlerim. Sonra hafif bir karanlık, gitgide siyahlıkları daha da artıp belirgin olan bir karanlık… Beyaz rengini tamamen karanlığa teslim ettiğimiz bir gün. Annem, etraftakilerin şaşkın ve hayret dolu bakışlarına aldırmadan daha da öfke dolu seslerle yaklaştı bana. Her şey benim yüzümdenmiş; belki doğmasaydım o adama daha kolay varırdı. Ama ben olunca, yani beni aldıramayınca onun gökyüzü kapkaranlık olmuş, mavi ve beyaz rengi unutmuş. Tertemiz bir yüzü varmış önceden, ta ki ben doğana kadar. Sonra gitgide yüzü biçimsizleşmiş, güzelliğinden eser kalmamış. Herkes bana “delinin oğlu” derdi. Haklılardı galiba çünkü sürekli bir kavga, bir gürültü durmadan devam ederdi. Artık gökyüzünü göremeden yaşamanın alışkanlığı…
Alışkanlık demek yanlış olur, zorbalığı demeliyim. Her şey artık siyah bir gölge gibi gözümün önünde. Gözlerimin bir hükmü kaldıysa belki de kalbimin hâlâ atıyor oluşudur. Her şeyim yarım veya eksik kalacak, ancak ruhum hâlâ yerinde.
Soğuk bir rüzgâr esiyor, kulaklarımı sağır edecek derece kuvvetli. Sonra uzaklardan gelen bir keman sesi ve mutlu insanlar… Banklardan sesleniyor: “Haydi ama, gel artık bize katıl,” diyorlar sanki. Ancak ben kulak asmıyorum. Çocuklarımı ve karımı düşünüyorum. Sonra bir ses… Ki ben o seste tüm hayatımı feda ediyorum sanki.
“Aptallık gözünü kör etmişse bacaksız sıpa. Ben gerçekten kör etmesini de bilirim.”
Orada kopuyor hayat damarlarım. Sesin geldiği yöne doğru ilerliyorum. Sanki önceden tahmin etmiş gibi, kadının boğazını sıkıyor ve bıçağı sallıyorum. Sonra bağırıyorum:
“Göz kör olacağına, kalp kör olmasın! Kalp kör olma…”
Her şey tarih olur; kıyafetlerim, gençliğim, çocukluğum ve hatta bedenim. Peki ya yaşanmışlıklar? Kalbimizin bize bahşettiği duygular… Sanırım onları unutturmak kolay olmamıştır. Ancak vasiyet mektubu bırakınca belki de tüm işler değişmiştir.
“Beni deniz kenarında kuytu bir yere gömün. Martı çığlıkları azap çeken ruhumun acısını dindirsin ve kimse rahatsız olmasın. Beni deniz kenarında, kumların oynaştığı bir yere gömün. Güneşin kavurucu sıcağı bedenimin erimesine. Beni deniz kenarında, mutlu insanların olduğu bir yere gömün. İnsanların deniz kabuğu ve deniz yıldızı yakalamaya çalıştığı anı göreyim. Beni turunç veren bir ağacın gölgesine gömün. Leş gibi kokan bedenimi mis gibi meyve kokusu anca bastırır. Beni ay ışığı vuran bir yere gömün. Belki katılaşmış kör gözlerimin ışık almasına yardım eder de kalbim daha da katılaşmamış olur. Sessiz gölgeleri takip edince, böyle yerlerde gömülmek istedim. Yuvam, kızlarım ve karıcığım, affedin beni lütfen. Her şey anneme dönüşmekten kaçınmak içindi. Lütfen beni hep iyi hatırlayın, hep iyi…
İşte böyleydi, henüz kalbimin kör ve katı olmadığı son mektubum. Hoşça kalın dostlarım, beni hep mandalina ağaçlarına gidince veya deniz kenarında ay ışığının vurduğu gölgelik bir yerde anımsayın, hep anımsayın…