Hayatın dokusu bazen sert iplerle, bazen de incecik ipek tellerle örülür. İnsan çoğunlukla ipek tellerin peşinden gitmek ister; kolaylığı, huzuru, sükûneti özler. Oysa gerçekte ruhumuzu yoğuran, bizi olgunlaştıran ve içsel derinliklerimizi uyandıran şey sert ve zorlayıcı iplerin ördüğü anlardır. Zorluk, ilk bakışta insanın yükü gibi görünür; ama zaman geçtikçe anlaşılır ki o yük aslında insanın kanatlarını güçlendiren bir ağırlıktır.
Tıpkı bir tohumun toprağın karanlığında sıkışıp kalması gibi… Tohum, güneşi görebilmek için önce toprağın sertliğine katlanmak zorundadır. O karanlık, o sıkışmışlık onun yeşerecek umudunun başlangıcıdır. Zorluklar da insana aynısını yapar: bizi sıkıştırır, zorlar, derinlerde tutar; ama sabreden, direnç gösteren ruh bir gün kendi ışığına doğru boy verir.
İnsan kolaylık içinde çoğu zaman kendi gücünü fark etmez. Denizin ortasında fırtınaya kapılan gemici aslında nasıl bir denizci olduğunu o an anlar. Aynı şekilde, hayatın fırtınaları da insana sabrı, cesareti, metaneti öğretir.
Bir psikolojik süreç olarak bakıldığında, zorluklar kişiyi savunma mekanizmalarıyla tanıştırır. İnsan sıkıntı karşısında ya dağılır ya da yeniden yapılanır. Dağılma, bazen geçici bir zayıflık gibi görünse de aslında yeniden toparlanma fırsatıdır. Ruh, eski kalıplarını kırar ve kendini yeniden şekillendirir. İşte bu noktada güzellikler doğar: sabır, olgunluk, şefkat, merhamet, derinlik.
Hayat bazen insanı paramparça eder. Tıpkı Japonların “kintsugi” sanatında kırılan çömleklerin altınla onarılması gibi insan da kırıldıkça yeni bir ışıltıya kavuşur. O çatlaklar aslında ruhun şahitlik ettiği dönüşümlerdir. İnsan kırıldığında eskisi gibi değildir; ama daha parlak, daha hikâyeli bir hâle gelir. Zorluklardan doğan güzellik tam da budur: kırıkların utancı değil, kırıkların öğrettiği derinlik.
İslam tasavvufunda “çile” kavramı vardır. Çile sadece acı çekmek değil, acının içinden geçerek arınmaktır. Kendi nefsinin dar sokaklarında sıkışan insan, sabırla Allah’a yöneldiğinde o sıkıntı bir kapıya dönüşür. Peygamberlerin hayatına bakıldığında da zorlukların ardından gelen rahmet görülür: Hz. Yusuf’un zindanı onun için bir düşüş değil, Mısır’a sultan olmanın eşiğidir. Hz. Musa’nın Firavun karşısındaki çaresizliği denizin yarılmasıyla bir mucizeye dönüşmüştür.
Her zorluk içinde gizli bir davetiye taşır. Bu davetiye, insanı kendisine ve hayata yeniden bakmaya çağırır. İnsan kolay zamanlarda yüzeyde kalır; ama zor zamanlar onun derinlere dalmasını sağlar. Orada daha önce fark etmediği güzellikler, yetenekler, güçler keşfeder.
Bir şairin dediği gibi: “Gül, dikeniyle beraber güzeldir.” Zorluk diken, güzellik ise gül gibidir. İkisi ayrılmaz bir bütündür. İnsan dikenlerden korkarsa güle de ulaşamaz.
Hayatta yaşanan her zorluk aslında bir doğum sancısı gibidir. O sancı olmadan yeni bir hayat başlamaz. İnsan acı çektiği anlarda çoğu zaman “Bu neden başıma geldi?” diye sorar. Zaman geçince fark eder ki o zorluk aslında yeni bir güzelliğin, yeni bir başlangıcın hazırlığıymış.
Bu yüzden zorluk bir son değil; daha büyük güzelliklerin eşiğidir. Karanlık geceler güneşin doğumunu haber verir. Toprağın karanlığı filizin uyanışını saklar. Ve insanın içinden geçen fırtınalar ruhunun olgunluğunu müjdeler.
Zorluklardan korkmak yerine, onları içindeki saklı güzelliklere açılan kapılar olarak görmek daha hayırlıdır. Çünkü her dikenin ardında bir gül, her gecenin ardında bir sabah, her gözyaşının ardında bir umut saklıdır.